

Aliye Ahsen Çebi | Marmara Üniversitesi - Tarih
GÖKYÜZÜNDE HERKESE YER YOKTUR
M.Ö. 28.yüzyılda Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüş olan Kral Gılgamış bilgili ve ileri görüşlü oluşunun yanı sıra askeri başarıları ve yenilmez bir savaşçı oluşuyla, ölümünden yüzlerce yıl sonra halkının gözünde yücelmiş ve insan üstü özellikler bahşedilerek adını onurlandırmak için halk arasında dilden dile dolaşmış destanı derlenerek günümüze kadar ulaşmıştır. Mevzubahis destan, tarihteki ilk yazılı destan olan Gılgamış Destanıdır.
Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer mitolojilerinde geçer ve Akat dilinde yazılmış tabletlerden oluşur. Tabletlerden günümüzde 12 tablet bulunabilmişse de bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. Bir tablet daha bulunmuştur ancak bu olayların sırasına uymamaktadır ve bu yüzden ayrı bir versiyon olduğu düşünülmektedir. 1855’te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in M.Ö. 7. yüzyılda derlettirdiği tabletler bulunmuş, daha sonra bunlara Türkiye-İran sınırında ve Irak’taki Nippur antik kenti kazılarında bulunan tabletler de eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanın izi bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.
Sümerlerin yazdığı bu destan, M.Ö. 2000'li yıllara kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Kral Gılgamış’tan yarı insan yarı tanrı olarak bahsedilmiş ve sahip olduğu özellikleri övülerek destana başlanmıştır. Hikâye, Sümer kralı Gılgamış'ın maceralarını ve ölümsüzlük arayışını anlatır.
Gılgamış, Uruk şehrinin güçlü ve kibirli kralıdır, halkı onun zulmünden şikayetçidir. Tanrılar, ona bir ders vermek için Enkidu adında bir yaratık yaratır. Yarı boğa olarak tasvir edilen Enkidu, başta Gılgamış’ın rakibidir ancak aralarında derin bir dostluk oluşur ve Tanrıça İştar’ın gönderdiği boğayı öldürmek için takım halinde hareket ederler. Bu hareket tanrıları sadece kızdırır ve Gılgamış ile Enkidu’ya ceza olarak Enkidu’nun ölümü verilir. Enkidu'nun trajik kaybı, Gılgamış'a tanrısal ölümsüzlüğü elde ederek ölümden kaçma arayışına yönelik derinden ilham verir. Enkidu'nun ölümü, Gılgamış'ı ölümsüzlük arayışına yöneltir. Gılgamış, ölümsüzlüğü elde etmek için uzun bir yolculuğa çıkar. Bu noktada, pek çok araştırmacıyı oldukça şaşırtmış olan bir olay destana açıkça işlenmiştir. Semavi dinlerin tamamında ve pek çok dinin kutsal kitabında kendine yer verilen Büyük Tufan hikayesi ile karşılaşırız. Diğer dinlerde Noah veya Nuh olarak da bilinen, temelde insanları ve hayvanları tufandan korumak için gemi inşa etmek için tanrı tarafından görevlendirilen figür, Gılgamış Destanında karşımıza Utnapiştim olarak çıkar. Tanrılar insanların yeryüzünde aşırı derece çoğalmalarından ve gürültü yapmalarından rahatsız olmuşlardır. Bu sebeple Anu, Enlil, Ninurta, Ennugi ve Ea isimli tanrılardan oluşan tanrılar konseyi insan ırkını yok etmek üzere anlaşmaya varır. Ancak Ea, insanları uyarması için Utnapiştim’i görevlendirir ve ona gemi yapmasını emreder. Utnapiştim, bu görevi layığıyla yerine getirerek kendisi ve eşi için ödül olarak ölümsüzlüğü alır. Gılgamış ile kesişmesini sağlayan özelliği ise tam olarak budur. Utnapiştim, Gılgamış'tan uyanık kalmasını ister. Ancak Gılgamış uykuya dalar. Gılgamış, uykuyu bile alt edemez. Utnapiştim, Gılgamış'a, onu tekrar gençleştirecek bir ot verir. Fakat otu bir yılan çalar ve elindeki şansını kaybederek Uruk'a geri döner ve şehrin görünüşü, ölümlü insanların bu kalıcı eserler ile onu hatırlaması fikrini onda uyandırır.
Gılgamış Destanı, antik Mezopotamya'nın mitolojisi, inançları ve kültürü hakkında da önemli bir kaynak olmakla birlikte, insanın ölümsüzlük arayışı, dostluk, kahramanlık, yaşamın anlamı, ölümün kabulü gibi temaları işleyen, derin anlamlar barındıran bir epik anlatıdır.
Teoman Duralı, kitabı akademik bir çalışmadan ziyade genel okuyucuya hitap edecek biçimde kaleme almış ve hikâye anlatımının yanı sıra tarihi ve mitolojik detayları da sunmuştur.
Dört bin yıl önce, kilden tabletlere kazınmak suretiyle yazılmış bir eserin, bu satırları birkaç tuşa basıp sıfır ve birler ile dijital ortama işlediğimiz günümüz zamanında bile hala insan denen varlığı ve doğasını eksiksiz anlatması ne kadar rahatsızlık verici. Kil tabletleri bırakıp bilgisayarları elimize almış olmamıza rağmen hiç gelişemememiz, hep aynı hırslar üzerine hareket etmemiz ‘İnsan nedir?’ sorusuna cevap olarak gösterilebilecek bir şey. Sonuç olarak, tarihsel süreç içinde teknolojimiz, ilmimiz, sosyolojik yapımız, dilimiz hatta tavırlarımız dahi değişmiş olsa dahi ‘insan’ dediğimiz şey hep aynı kalmıştır. İnsanoğlu olarak kibir, kıskançlık ve hırsın üçgenine sıkışıp kalmış ve hep bir şeyleri kovalamış, bu kovalamaca sırasında ilerleme kaydettiğimizi düşünmüş ancak o üçgenden hiç çıkamamışız. Gılgamış’ın ölümsüzlüğü istediği gibi biz de ölümsüzlüğün başka çeşitlerini istiyoruz. Hatırlanmak, ünlü olmak, zengin olmak istiyoruz. Kendimiz olmakla o kadar meşgulüz ki ne kadar önemsiz olduğumuzu, kanatlarımızı açıp uçmak istediğimiz gökyüzünde bize yer olmayabileceğini hatta kanatlarımızın bazen olmayabileceğini unutuyoruz. Dahası gökyüzünde bize yer olmamasının veya kanatlara sahip olmamamızın kötü bir şey olmayabileceğini unutuyor ve kanatlara sahip olmak için umutsuz bir çaba içine girebiliyoruz. Gözümüz ve aklımız gökyüzüne takıldığı için de kendi gerçekliğimiz olan yeryüzünü göremiyor, o yeryüzünde yürümenin ve o yeryüzünde da değerli olmanın mütevazı zevkine ve tatminine erişemiyoruz. Dünyada iz bırakmak ve hatırlanmanın, yani ölümsüz olmanın gerekli olmadığını ve yetmiş yıllık hayatlarımızın milyarlarca yıllık dünyada hatırlanmasının önemli olmadığını unutuyoruz. Hırs ve isteklerimizin, yetmiş yıllık ömrümüzü her zaman yaşamaya değer kılmayacağını ve bu sürenin sonunda zaten bunların bir öneminin kalmayacağını da unutuyoruz.
Gılgamış’ın hırslarını kamçılayan şey ölüm korkusunun akabinde damarlarını saran kibirdi. Koca dünya ve insanlık ne cüretle küçücük bir şehir devletinin kralını unuturdu? Peki Gılgamış’ın varlığından dört bin yıl sonra dahi haberdar olmamızın sebebi Gılgamış’ın hedefine ulaşması ve fiziksel bir ölümsüzlük elde etmesi miydi? Kesinlikle hayır. Gılgamış, uykusuzluğa dahi karşı koyamamış birisiydi ve ölümsüzlüğü asla elde edemeyecekti. Bu uğurda ölse dahi hatırlanmayacak ve asla destanlara konu olamayacaktı. Gılgamış’a sonunda istediğini veren şey kabullenişiydi. Eğer hırslarının peşini bırakıp uçamayacağını kabullenmeseydi ve amacına ulaşmak için yeryüzünde kalmanın yeterli olacağının farkına varmasaydı, açgözlülüğünü bir kenara bırakmasaydı onun varlığını bilmemiz mümkün olur muydu; yoksa Gılgamış, asla amacına ulaşamadan hırsları ve korkuları peşinde krallığını terk edip yolda ölüp giden, aptal ve kibirli bir Kral olarak tarihin tozlu sayfalarında yok olup gider miydi? Bir tarih öğrencisi olarak öğrendiğim bir şey varsa, tarihin sadece kazananları anlattığıdır ve kazanan kişinin yöntemlerinin pek önemi yok. Gılgamış gibi, uçamayanlar da kazanabilir.