HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Nil Erva Demir | Boğaziçi Üniversitesi – Endüstri Mühendisliği

ROUSSEAU GÖZÜNDEN TOPLUM SÖZLEŞMESININ TEMELLENDIRILMESI VE İDEAL YÖNETIM İDDIALARI’NIN İNCELENMESI


ÖZ

Bu çalışmada 1712 ve 1778 yılları arasında yaşamış ve fikirleri ile kendinden sonraki nesilleri de derinden eklemiş Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi teorisi ve bu bağlamda sosyolojik, siyasi ve psikolojik bir inceleme olarak kabul edilebilecek Toplum Sözleşmesi eseri incelenecektir. Dört farklı bölümden oluşan çalışma Rousseau’nun kurduğu temelin sosyolojik ve psikolojik incelemesi ile başlayıp sırasıyla temelde değinilen noktaların incelenmesi, bölümlerin kendi içinde incelenmesi ve Rousseau’nun diğer düşünürler ile kıyaslanmasına değinilecektir.


ABSTRACT

In this study, the theory of the Social Contract of Jean-Jacques Rousseau, who lived between 1712 and 1778 and deeply added his ideas to the generations after him, and in this context, the work of the Social Contract, which can be considered as a sociological, political and psychological Deconstruction, will be examined. The study, which consists of four different sections, will start with a sociological and psychological examination of the foundation established by Rousseau and, respectively, an examination of the points mentioned in the main, an examination of the sections in themselves and a comparison of Rousseau with other thinkers will be discussed.



1. GİRİŞ


Bu bölümde yazarın ele aldığı toplum sözleşmesi sosyolojik, psikolojik ve tarihi olarak temellendirilecek ve bu yapılırken daha anlaşılır olması açısından hikayeleştirilme yapılacaktır. Birtakım komutlar ile okuyucunun kendisini ilk insanların yerine koyması ve empati yapması konunun özünün ve temelinin anlaşılması açısından son derece önemlidir. İlerleyen bölümlerde eser farklı açılardan ve farklı metodolojiler kullanılarak incelenecektir.

Dünyadaki ilk insanlardan bir tanesi olduğunuzu hayal edin. Çevrenizde gördüklerinizden ve deneyimlerinizden başka hiçbir bilginizin olmadığı, rol model olarak sadece hayvanları aldığınız ama bunun yetersiz geldiği bir sistem düşünün. Ateşin sıcak olduğunu bile bilmediğiniz, hayatta kalabilmek için av bulmaya ve vahşi hayvanlardan uzak durmaya ihtiyacınız olduğunun farkında olduğunuz, her türlü sosyolojik ve kolektif fikirden uzakta ve hayatta kalmaya çalışan ilkel bir canlı...

Zamanla insanlar, yalnız başlarına hayatta kalmanın zorluklarını fark ettiklerinde, bir arada yaşamanın getirdiği avantajları keşfetmeye başladılar. Başlangıçta temel ihtiyaçları karşılamak amacıyla bir araya gelen bu topluluklar, birlikte hareket ettiklerinde daha güvende olduklarını ve hayatta kalma şanslarının arttığını gördüler.


1.2. Gelişim İle Başlayan Görev Dağılımları


İlerleyen zamanlarda doğanın sunduğu kaynakları sadece toplamak yerine onları üretmeye yönelik yollar aradılar. Tarımın keşfi, bu açıdan en büyük dönüm noktalarından biriydi. Yiyecek üretimi, toplumların yerleşik hayata geçişini sağladı ve artık av peşinde koşmak yerine ekinlerini ekip biçebilecekleri kalıcı yaşam alanları kurmaya başladılar. Bu, daha büyük ve kalabalık toplumların oluşmasına, toplum içinde yeni işlevlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Oluşan görev dağılımları, toplumların işleyişini düzenleyen ilk rollerin ortaya çıkmasına neden oldu. Her birey, topluluğun ortak iyiliği için belirli bir sorumluluğu üstlenmeye başladı.

Bu süreçte, insanların sadece hayatta kalma çabasıyla sınırlı kalmadıkları, topluluk içinde çeşitli beklentiler geliştirdikleri görülmeye başlandı. Kimin ne yapacağı, kimin hangi kaynaklardan faydalanacağı gibi sorular, toplulukların kendi iç dinamiklerini şekillendirdi. İşte bu noktada, farklı roller ve sorumluluklar netleşti. Avcılar, çiftçiler, koruyucular, zanaatkarlar gibi gruplar toplumda belli görevleri üstlendiler ve zamanla sosyal hiyerarşiler gelişmeye başladı. Bu rol dağılımı, toplumların içindeki ilişkilerin daha karmaşık hale gelmesine ve bireylerin topluluk içindeki statülerini belirlemesine zemin hazırladı.


1.1. Hayatta Kalmak İçin Bir Arada Olmanın Zorunluluk olduğunun Fark Edilmesi


1.3. Statü Kavramının Oluşumu ve Hakimiyet Arzusunun Doğuşu

Zamanla bazı insanlar, toplumdaki konumları ve sahip oldukları avantajlar sebebiyle diğerlerinden farklı olduklarını iddia etmeye başladılar. Güçlü olanlar, bu üstünlüklerini topluluk içindeki diğer üyeler üzerinde baskı kurarak kullanmaya çalıştılar. Statülerinin sağladığı ayrıcalıkları kötüye kullanarak, diğerlerinin haklarını hiçe sayan zorbaca davranışlar sergilediler. Güç ve hakimiyet kurma arzusu, topluluk içinde gerilimlerin artmasına ve insanların birbirlerine karşı güvensizlik geliştirmesine yol açtı.


1.4. Sözleşmeye Duyulan İhtiyacın Oluşumu

Bu süreçte, toplumun geri kalan üyeleri bu zorbaca yönetim tarzını kabul etmediler. Gücün tek bir kişinin elinde toplanmasının getirdiği adaletsizlik, topluluğun temel işleyişini tehlikeye attı. Başlangıçta bir araya gelmelerinin sebebi hayatta kalmaktı, fakat bu yeni düzen kaosa sürüklenmeye başladı. İnsanlar artık bir şeylerin değişmesi gerektiğini fark ettiler; düzenin korunması ve bireylerin haklarının güvence altına alınması için yeni bir anlayışa ihtiyaç duyuluyordu.


Böylece, topluluklar arasında yeni bir tür anlaşma düşüncesi doğdu. Bu anlaşma, bireylerin kendi çıkarlarından ve özgürlüklerinden bir kısmını topluluğun ortak iyiliği adına feda etmeleri üzerine kuruldu. Herkesin eşit haklara sahip olmasını sağlayacak ve zorbaca güç kullanımlarını engelleyecek kurallar belirlenmeliydi. İşte bu, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi dediği yapının temelini oluşturdu. Artık bireyler, doğrudan bir otoriteye ya da güce boyun eğmek yerine, kolektif bir iradeye, yani genel iradeye tabi olmayı kabul ettiler. Bu genel irade, herkesin ortak yararını gözeten bir düzendi.

 

1.5. Sözleşmenin Oluşturduğu Avantajlar

Toplumsal sözleşme, bireylerin eşit olarak toplumda var olmasını sağlayan bir düzenleyici güç haline gelmiştir. Böylelikle, bir yandan bireysel özgürlükler korunurken, diğer yandan topluluğun çıkarları da güvence altına alınmıştır. Gücün keyfi kullanımına karşı bir kalkan oluşturan bu sözleşme, bireyler arası güveni pekiştirmiş ve toplumların daha adil bir şekilde işlemesini sağlamıştır.


1.6. Rousseau’nun Sözleşmeyi Ele Alışı

Jean-Jacques Rousseau, 1762 yılında yayımladığı eserini bu temel üzerine inşa etmiştir. Rousseau'ya göre, insan doğası gereği özgürdür; ancak toplum, zaman içinde bireylerin özgürlüğünü sınırlayan ve eşitsizlikler yaratan bir sistem haline dönüşmüştür. Rousseau'nun bu eseri yazma amacı, insanın kaybettiği bu doğuştan gelen özgürlüğü, toplumsal bir yapı içinde nasıl geri kazanabileceğini araştırmaktır. Ona göre, bir arada yaşayan bireyler, yalnızca ortak çıkarlar etrafında birleştiğinde ve kendi özgürlüklerinden bir kısmını bu ortak iyiliğe feda ettiğinde adil bir düzen mümkün olabilir. Fakat bu fedakarlık, keyfi bir otoriteye boyun eğmek anlamına gelmez; Rousseau’nun ana tezi, bireylerin ortak iradeye dayalı bir toplum sözleşmesi kurarak, hem bireysel özgürlüklerini hem de topluluğun çıkarlarını aynı anda koruyabilecek bir sistem yaratmaları gerektiğidir.


2. KİTABIN TEMELDE DEĞİNDİĞİ NOKTALARIN İNCELENMESİ

Toplum Sözleşmesi'nin incelenmesine derinlemesine girerken, Rousseau’nun felsefi yaklaşımının arka planını ve kitap boyunca işlediği temel kavramları daha detaylı ele almak gerekiyor. Rousseau, eserinde insanın doğuştan özgür olduğunu, ancak toplum içinde özgürlüğünü kaybettiğini dile getirir. Onun için en önemli mesele, bu kaybı nasıl telafi edebileceğimiz ve bireylerin toplumsal düzen içinde özgürlüklerini yeniden nasıl kazanabilecekleridir. Makalenin bu kısmında yazarın bahsettiği birtakım kavramlardan bahsedilecektir. İlerleyen kısımlarda her bir bölümün içerisinde bu kavramlar tekrar ele alınacaktır.


2.1. İnsanın Doğası

Rousseau, insan doğasının iki temel aşamadan geçtiğini savunur: doğa durumu ve toplum. Kitabın derinliğine indiğimizde, doğa durumu kavramının Rousseau’nun felsefesinde önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Bu kavram, Hobbes gibi diğer düşünürlerde de karşımıza çıkar; ancak Rousseau’nun doğa durumuna bakışı oldukça farklıdır. Hobbes’un doğa durumunu herkesin herkesle savaşı olarak betimlediği kaotik bir halden ziyade, Rousseau doğa durumunu bir uyum ve barış ortamı olarak düşünür. Ona göre, insanlar doğada özgür ve eşittir, ancak bu eşitlik, mülkiyetin ortaya çıkışıyla bozulmuştur. Bu noktada, Rousseau, mülkiyetin toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin kaynağı olduğunu savunur.


2.2. Genel İrade

Kitabın bir diğer derin kavramsal unsuru, genel iradedir (volonté générale). Rousseau, bir toplumun adil bir şekilde işleyebilmesi için bireylerin kişisel çıkarlarından vazgeçip toplumsal çıkarları öncelemeleri gerektiğini savunur. Genel irade, toplumun ortak yararını gözeten, herkesin katkıda bulunduğu ve herkesin çıkarını kollayan kolektif bir iradeyi ifade eder. Bu, bireysel iradelerin bir araya geldiği bir yapının çok ötesinde, toplumsal bir bilinçtir. Rousseau’ya göre, toplumun yönetimi bu genel iradeye dayalı olmalıdır; böylece toplum içinde gerçek özgürlük ve eşitlik sağlanabilir.


2.3. Sözleşmenin Özgürlüğe Etkisi

Toplum sözleşmesi ise bireylerin doğal haklarını belirli sınırlar dahilinde topluma devrederek, bu genel irade doğrultusunda yaşamayı kabul ettikleri bir düzeni temsil eder. Rousseau, bu sözleşme sayesinde bireylerin özgürlüğünü koruyabileceklerini ve otoriteye boyun eğmek zorunda kalmadan toplumsal düzeni sürdürebileceklerini iddia eder. Rousseau’nun farkı, bu sözleşmenin bireyler üzerinde bir baskı unsuru değil, tam tersine özgürlüğü koruma mekanizması olduğunu savunmasıdır. Rousseau’nun özgürlüğü yeniden kazanma arayışı, bu noktada eserin temel argümanını oluşturur.


2.4. Halk Egemenliği ve Demokrasi

Eserde ayrıca halk egemenliği ve doğrudan demokrasi kavramları da öne çıkar. Rousseau, halkın egemenliği elinde tutmasının önemine vurgu yaparak, doğrudan demokrasiyi savunur. Ona göre, halk kendi yasalarını doğrudan belirlemeli ve bu yasalar, genel iradenin bir yansıması olmalıdır. Rousseau’nun demokrasiye olan bu yaklaşımı, daha sonraki dönemlerde Fransız Devrimi’ne ve modern demokrasilerin gelişimine büyük ölçüde ilham vermiştir.


2.5. Rousseau'nun Diğerlerinden Ayrıştığı Noktalar

Rousseau'nun bu bağlamda farklı ve öne çıkan yönlerinden biri de devlete karşı bireyin haklarını, özellikle özgürlük ve eşitliği merkeze almasıdır. Birçok düşünür devleti bireylerin üzerinde bir otorite olarak tanımlarken, Rousseau devleti halkın iradesine dayanan bir yapı olarak tanımlar. Yani devlet, bireylerin özgürlüklerini ellerinden alan bir baskı aracı değil, özgürlüklerini koruyan ve toplumsal düzeni sağlayan bir mekanizmadır. Rousseau’nun bu görüşü, o dönemin mutlak monarşilerine karşı önemli bir eleştiri niteliği taşır ve devletin işleyişine dair radikal bir bakış açısı sunar.


2.6. Sonuç

Sonuç olarak, Toplum Sözleşmesi, bireylerin özgürlüklerini koruyabilmesi ve eşit bir toplumsal düzenin sağlanması için bir model sunar. Rousseau’nun ortaya koyduğu bu fikirler, hem Fransız Devrimi'nin ideolojik temelini atmış hem de günümüzdeki demokratik sistemlerin gelişimine katkıda bulunmuştur. Rousseau, bireyin özgürlüğünü kolektif bir irade aracılığıyla koruma fikrini merkeze alarak, modern siyasi felsefenin en temel problemlerine derinlemesine bir yanıt verir.


3. BÖLÜMLERİN KENDİ İÇLERİNDE İNCELENMESİ

Toplum Sözleşmesi eserinin derinlemesine bir analizi, Rousseau'nun kitabını dört ana bölüme ayırarak ele alışını anlamakla başlar. Her bir bölüm, Rousseau’nun toplum, birey, egemenlik ve devlet hakkındaki fikirlerini adım adım açıklamaktadır. Rousseau, ilk bölümde insanın doğası ve özgürlüğü üzerine düşüncelerini sunarken, ikinci bölümde genel irade ve egemenliğin doğasını inceler. Üçüncü bölümde yasaların yapısı ve devletin işleyişi üzerinde durur; dördüncü bölümde ise toplumsal düzenin sürdürülebilirliği ve siyasi yapının dinamiklerini tartışır. Bu bölümlerin her biri, Rousseau'nun toplum sözleşmesi teorisinin farklı boyutlarını ortaya koyarken, aynı zamanda birbirini tamamlayan bir bütün oluşturur. Dolayısıyla, eserin daha derin bir anlayışına ulaşmak için her bölümün ayrıntılı bir şekilde ele alınması büyük önem taşır. Bu bölümde eserin her bir parçası farklı başlıklar altında ele alınacaktır.


3.1. Birinci Kitap

Rousseau, insan doğasının iki temel aşamadan geçtiğini savunur: doğa durumu ve toplum. Kitabın derinliğine indiğimizde, doğa durumu kavramının Rousseau’nun felsefesinde önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Bu kavram, Hobbes gibi diğer düşünürlerde de karşımıza çıkar; ancak Rousseau’nun doğa durumuna bakışı oldukça farklıdır. Hobbes’un doğa durumunu herkesin herkesle savaşı olarak betimlediği kaotik bir halden ziyade, Rousseau doğa durumunu bir uyum ve barış ortamı olarak düşünür. Ona göre, insanlar doğada özgür ve eşittir; ancak bu eşitlik, mülkiyetin ortaya çıkışıyla bozulmuştur. Bu noktada, Rousseau mülkiyetin toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin kaynağı olduğunu savunur. Eserin birinci bölümü, özellikle insanın doğuştan gelen özgürlüğü, kölelik ve ilk toplumların yapısına dair keskin analizler sunar. Bu yazıda, Rousseau'nun birinci bölümde ele aldığı temel kavramlar ve argümanlar detaylandırılarak toplumsal sözleşme teorisinin temelleri üzerinde durulacaktır. Anlattığı şeyler bakımından bu bölümü ayrıntılı ve derinlemesine bir şekilde ele almak gerekir.


3.1.1 Özgürlük ve Kölelik

Rousseau, eserinin ilk bölümünde insan doğasının özgür olduğuna dair güçlü bir vurgu yapar. Ona göre özgür bir birey olarak doğan insan, yazık ki her yerde zincirlere vurulmuş durumdadır. Rousseau’nun insan doğasına dair temel bir paradoksu gözler önüne serer. Rousseau’nun bu cümlesi, insanın doğuştan sahip olduğu özgürlükleri toplum içinde kaybetme sürecini ele alır. İnsanların, başkalarının kölesi olmasına izin veren düzenin, insan doğasına aykırı olduğunu savunur. Bu noktada Rousseau'nun amacı, kölelik ve özgürlüğün toplumsal sözleşme ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu açıklamaktır.


Kölelik hakkındaki bölümde Rousseau, insanların özgürlüklerini başkalarına devretmek zorunda olmadığını vurgular. Kendisini başkasının kölesi yapan insanın yaşayabilmek için kendisini sattığı öne sürer. Bu ifade, bireylerin hayatta kalmak için özgürlüklerinden vazgeçmelerinin zorunlu olmadığını, fakat köleliğin toplumsal bir zayıflık ve korkudan kaynaklandığını belirtir. Rousseau, güç ve korkaklığın köleliği yarattığını ve yaygınlaştırdığını savunur: "Güç ilk köleleri yarattı, kölelerin korkaklığı da köleliği yaygınlaştırdı.” (Rousseau, Toplum Sözleşmesi, s. 27).


Köleliğin, bireylerin iradesinin zayıflaması sonucu topluma yayıldığını ve insanların zamanla bu durumu kanıksayarak özgürlüklerini geri alma arzusunu kaybettiklerini ifade eder. İrade kaybının, sadece özgürlüğün değil, aynı zamanda ahlaki karar alma yetisinin de ortadan kalkmasına yol açtığını belirtir. Rousseau’ya göre, özgürlüğünden vazgeçmek, “İnsan haklarından, insan görevlerinden hatta insanlığından vazgeçmektir.” (Rousseau, Toplum Sözleşmesi, s. 30).


3.1.2. İlk Toplumlar

Rousseau, toplumu insanlık tarihinin en eski ve doğal birimleri olan aile ile karşılaştırır. Ona göre aile, politik toplumların en küçük parçasıdır. Ailede olduğu gibi, toplumda da insanlar bir otoriteye bağlıdırlar; ancak bu bağın temeli zorunluluk değil, karşılıklı menfaatlerdir. İnsanların, ilk başta karşısında her şeyi yapabilecek güce sahip olduğunu, ancak bu güçlerini menfaatleri doğrultusunda sınırlamak zorunda olduklarını vurgular. İnsanlar, başkalarının özgürlüklerini sınırlayarak kendi özgürlüklerini de güvence altına alırlar: Bir insanın birisini öldürme özgürlüğünden vazgeçmesi, aynı zamanda birilerinin de onu öldürme özgürlüğünden vazgeçeceği anlamına gelir. Bu bağlamda, feda edilen her özgürlük, devlet tarafından bireyin menfaatine dönüşür.


Rousseau'nun bu analizinde, devletin işlevi, bireylerin özgürlüklerini feda ederek kazandıkları menfaat ve güvenceyi sağlamaktır. Toplumlar, bireylerin ortak iradeleri doğrultusunda bir araya gelir ve bu güç birliği, onların haklarını koruyacak otoritenin doğmasını sağlar. Rousseau’ya göre, insanlar, özgür iradeleriyle birleşerek toplumun temelini atarlar.


3.1.3. Kölelik Kavramı Üzerine

Rousseau, kölelik konusunda derin bir eleştiri sunar ve köleliğin birey üzerinde yarattığı zihinsel ve ruhsal tahribatı anlatır. Rousseau'ya göre insanın özgür iradesini kaybetmesi, onun sadece fiziksel özgürlüğünü değil, aynı zamanda özgür olma arzusunu da yok eder. Bu süreç, köleliğin yaygınlaşmasına neden olur; çünkü bir kez köleliği kabullenen birey, zamanla özgürlüğünü geri kazanma ihtiyacını dahi kaybeder. Burada, köleliğin sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik bir boyutu da olduğu dile getirilir.


Bir yönetimin meşru sayılabilmesi için halkın her nesilde bu yönetimi kabul edecek ve reddedecek güce sahip olması gerektiğini öne sürer. Burada bir yönetimin varlığının meşru olabilmesi için halkın geneli tarafından kabul edilmiş ya da reddedilmesi durumunda değiştirilebilir olması gerekir. Yazar burada bir nevi demokrasiden bahseder. Bir yönetim şeklini halkın seçmiş olması, o yönetim şeklini her daim kabul etme zorunluluğu olduğu anlamına gelmez. Halkın her an var etme ve yok etme hakkı olmalıdır. Buradaki önemli nokta, yöneticilerin çıkarlarını bir kenara bırakarak yönetilenlerin genel iradesine bakmaktır.


Rousseau, özgürlüğünden vazgeçmenin insanlığından da vazgeçmek anlamına geldiğini ileri sürer. Bu durumun insanların eylemlerindeki ahlakiliği de ortadan kaldıracağına vurgu yapar. Bir insanın eylemlerinin ahlakiliğini öne sürebilmek için o insanın kötü olanı da yapma şansının var olması ve beraberinde iyi olanı yapmayı tercih etmesi gerekir. Elinde başka şansı olmayan ya da diğer seçeneklerden haberdar olmayan bir insanın yaptığı iyilik ahlaki ya da yaptığı kötülük ahlak dışı olarak değerlendirilemez. Buradaki temel nokta irade ve bilgidir. Bu bağlamda kölelik durumunda toplumdaki bireylerin sorumlu tutulamayacağı üzerinde durur.


Yazar, savaş durumu ve sonrasındaki süreci de derinlemesine inceler. Askerlerin devlet için çalıştığı sürece devletin bir parçası olduğu ve görevleri gereği düşman devletin düşman parçası olarak değerlendirildiği, devletin düşmanlarına karşı halkını korumak için birtakım özel haklara sahip olduğu ancak söz konusu savaş ortadan kalktığında ortada bir düşmanın da kalmadığını ve geriye kalan her bir bireyin ait oldukları devletten bağımsız olarak insan olarak değerlendirilmesi gerektiğini öne sürer.


Mülkiyet hakkının en temel hak olduğunun, savaşın insanlar değil devletler arasında gerçekleştiğinin ve bireylere o devletin parçası olması üzerinden herhangi bir baskı ya da haksızlık yapılamayacağının üzerinde durulur. Bu kısım, devlet ile halk ayrımının kitapta en net şekilde yapıldığı yerlerden biridir. Devletin ancak ve ancak yarar sağlayacağı zorunluluk durumlarında öldürme hakkı vardır. Burada köleleştirmenin sadece gayrimeşru olduğu için değil, aynı zamanda saçma ve anlamsız olduğu hükmünden bahseder. Savaş bittiğinde herkes sözleşmenin birer parçasıdır. Birisinin tamamen zararına ya da yararına bir sözleşme yapmanın meşru bir temele oturtulamayacağı, aynı zamanda bu durumun devletin ya da bireyin sözleşmeyi kötüye kullanması anlamına geldiğine işaret eder.


3.1.4. Toplum Sözleşmesi

Yazar bu kısımda aynı zamanda toplum sözleşmesinin temellerini derinleştirir. İnsanların yeni güçler yaratamadıklarına, ellerindeki güçleri birleştirip kullanmaktan başka bir şansları olmadığına ve kendilerini korumak için yapacakları tek şeyin birlikte hareket etmek olduğuna değinir. Yeni toplumsal düzenin kurulabilmesi için kişiye en az eskisi kadar özgür hissettirilmesi gerektiğinden bahseder. En küçük bir değişikliğin sözleşmeyi tehlikeye atacağını söyler.


Toplum üyelerinden her biri, bütün haklarıyla birlikte kendini baştan başa topluluğa bağlar; çünkü bir kez, her kişi kendini tümüyle topluma verdiğinden, durum herkes için birdir; durum herkes için bir olunca da bunu başkalarının zararına çevirmekte kimsenin bir çıkarı olamaz. Burada insanların neden sözleşmeyi kabul etmesi gerektiğini bir kere daha göstermiş olur. Herkesin hem yitirdiğinin tam karşılığını aldığı, hem de elindekini korumak için daha çok güç kazandığı bir sistem kurar.umhuriyet, politik bütün, devlet, egemen varlık, egemenlik, halk, yurttaş ve uyruk kavramlarının üzerinde durur ve hepsinin tanımlamasını yapar. Bu durumda kavram karışıklıklarına yönelik önlem alması ve her şeyin anlaşılır olması çabası, amacının yalnızca ideal bir devlet düzeni kurma olduğunu ispatlar.


3.1.5. Egemen Varlık

Rousseau burada çok önemli bir ayrım yapmaktadır. Kişinin kendisine verdiği söz ile bütüne verdiği söz ayrımını bu cümleler ile yapar: “Birlik sözleşmesinde kamu ile tek tek kişiler arasında bir söz borcu yer almakta ve her kişi sanki kendi kendisiyle sözleşme yaparak iki bakımdan bağlanmış bulunmaktadır: Önce, egemen varlığın üyesi olarak kişilere karşı, sonra da devletin üyesi olarak egemen varlığa karşı. Çünkü bir insanın kendine söz vermesi başka, üyesi olduğu bütüne söz vermesi başkadır.” Bu ayrımı yapabiliyor olması, aynı zamanda kendisinin psikolojik ve sosyolojik anlamda çok iyi bir gözlemci olduğu gerçeğini karşımıza çıkarıyor. Kitabın bu noktası, sadece felsefe ya da siyasete değil, aynı zamanda insan psikolojisine de hakim birisi tarafından ele alındığına dair derin bir işarettir.


3.1.6. Toplum Hali

Yazar bu bölümde aynı zamanda adalet kavramı, ahlak, din, manevi özgürlük gibi kavramları ele alır. Bunları yaparken öncesinde bahsettiğim sosyolojik ve psikolojik durumları da göz önüne serer. İnsanın toplum sözleşmesiyle kaybettiği şeyin doğal özgürlüğü ile isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız bir hakkı ve kazandığı şeyin ise toplumsal özgürlük ve elindeki şeylerin sahipliği olduğunu dile getirir. Burada yaptığı karşılaştırma her açıdan ele alınmış bir kar-zarar analizidir.


3.1.7. Mülkiyet

Rousseau mülkiyet kavramının üzerinde de durmuştur. Bir şeyin mülk olarak kabul edilebilmesi için gerekli şartları inceler. Sözleşmenin eşitsizliği ortadan kaldırmayla yetinmeyip insanlar arasındaki maddesel eşitsizlik yerine manevi ve haklı bir eşitlik getirdiğini savunur.


3.1.8. Bölümün Değerlendirilmesi

Bölüm derinlemesine incelendiğinde sadece sözleşmeyi değil, aynı zamanda Rousseau’nun zihnindeki her şeyi net bir şekilde gözler önüne sermesi bakımından kitabın en kritik kısmıdır. Kitabın kalanı, bu bölümde ele alınan ve temellendirilen kavramların net bir şekilde anlaşıldığı varsayımı ile ilerler. Bu sebepten ötürü hem yazarı hem de ortaya attığı tezin derinliğini anlayabilmek adına bu kısmın çok iyi anlaşılması gerekmektedir.


3.2. İkinci Kitap

Jean-Jacques Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi kitabının ikinci bölümü, egemenlik başlığı altında, toplum sözleşmesinin temel yapı taşı olan egemenlik kavramını detaylandırır. Rousseau, egemenliği halkın iradesi ve onun genel çıkarlarını yansıtan bir güç olarak tanımlar. Bu bölüm, egemenliğin özelliklerini ve sınırlarını ele alırken, halkın kolektif gücünün nasıl işlediğini ve egemenliğin adil bir yönetim açısından ne anlama geldiğini inceler. Biz de bu kısmı birkaç alt başlık altında inceleyebiliriz.


3.2.1. Genel İrade ve Egemenlik

İkinci bölümde Rousseau'nun üzerinde durduğu en önemli kavramlardan biri genel iradedir (volonté générale). Genel irade, bireylerin kendi özel çıkarlarından bağımsız olarak toplumun iyiliği için düşündükleri kolektif iradeyi ifade eder. Bu kavram, toplum sözleşmesinin temel taşıdır ve bireylerin çıkarlarından ziyade, toplumun ortak iyiliğini önceliklendirmesi gerektiğini savunur. Rousseau, toplumdaki her bireyin çıkarlarının yerine, toplumun ortak çıkarlarının bir araya getirilmesi gerektiğini belirtir. Rousseau'ya göre, egemenlik devredilemez ve bölünemez; egemenlik sadece toplumun genel iradesini temsil eder.


Burada Rousseau, toplumun her bireyinin, ortak çıkarlar için bireysel çıkarlarından vazgeçmesi gerektiğini dile getirir. Genel irade, toplumun bütününün menfaatini gözettiği için herkesin ortak çıkarlar doğrultusunda hareket etmesi gerektiği fikrini destekler. Bu bağlamda Rousseau, egemenliği sadece yöneticilerin değil, tüm halkın ortak menfaatlerini gözeten bir irade olarak tanımlar. Toplumun barış ve düzen içinde yaşaması için bu gereklidir. Her bireyin kendi çıkarını bir kenara bırakıp topluma fayda sağlayacak kararlar alması gerektiğini savunan Rousseau, bireysel çıkarların toplumun ortak çıkarlarına zarar verebileceğini ifade eder. Bu nedenle genel irade, egemenliğin meşruiyetinin temelini oluşturur.


Rousseau, bireylerin kişisel arzuları ve çıkarlarının özel iradeyi temsil ettiğini söylerken, genel iradenin toplumun bütününün çıkarlarını gözeten bir irade olduğunu belirtir. Bireylerin kendi özel çıkarlarını göz ardı ederek genel iradeye katkıda bulunmalarının, toplumun uyumlu ve adil bir şekilde işlemesi için gerekliliğine değinir. Rousseau’ya göre, bir toplumda gerçek anlamda adaletin sağlanması, bireylerin genel iradeye bağlı kalmalarıyla mümkündür. Ancak, bireyler çoğu zaman kendi özel çıkarlarını genel iradeyle karıştırır ve bu durum sosyal düzenin bozulmasına yol açabilir. Bu bağlamda, Rousseau genel iradenin asla yanılmaz olduğunu ve doğru olanı temsil ettiğini savunur. Ancak bireylerin özel iradeleri bu dengeyi bozduğunda, genel iradenin doğru işleyişi tehdit altına girer.


3.2.2. Egemenliğin Devredilemezliği

Rousseau, bu bölümde egemenlik kavramını detaylandırır. Ona göre, egemenlik devredilemez. Bu, halkın egemenliğini bir kişiye ya da bir gruba devretmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir. Rousseau, mutlak bir kralın ya da bir grup aristokratın halkın egemenliği üzerinde hak iddia edemeyeceğini savunur. Çünkü egemenlik, bireylerin toplum sözleşmesi ile oluşturduğu bir kavramdır ve sadece toplumun tamamına ait olabilir. Bu nedenle, halk egemenliğini kendisi dışında birine devrettiği anda artık özgür değildir. Rousseau'nun bu vurgusu, mutlak monarşi ve oligarşi gibi yönetim biçimlerine bir eleştiridir. Ona göre, halkın kendi egemenliğini bir hükümdara devretmesi, özgürlüğünden vazgeçmesi anlamına gelir. Bu durum, toplumun özgür ve adil bir şekilde yönetilebilmesi için halkın sürekli olarak egemenliğini korumasını zorunlu kılar. Hükümetin, egemenliğin bir uygulayıcısı olduğunu, ancak hükümetin kendisinin egemen olamayacağını belirtir. Hükümet, yalnızca halkın genel iradesini uygulamakla yükümlüdür ve egemenliği halka geri döndürmek zorundadır. Burada Rousseau’nun vurguladığı nokta, halkın rızası olmadan hiçbir otoritenin meşru olamayacağıdır.


3.2.3. Egemenliğin Bölünmezliği

Rousseau, egemenliğin devredilemez olduğu gibi bölünemez olduğunu da belirtir. Egemenlik bölündüğü zaman, toplumun çıkarlarının bir bütün olarak temsil edilemeyeceğini savunur. Bir toplumu yönetirken, egemenlik parçalanamaz; çünkü bu, farklı çıkar gruplarının egemenlik üzerinde hak iddia etmesine ve toplumun birliğinin bozulmasına neden olur. Rousseau'ya göre, bir yönetim sistemi eğer egemenliği bölerek işliyorsa, o sistemde adaletin ve eşitliğin sağlanması imkânsız hale gelir. Eğer egemenlik çeşitli çıkar grupları arasında bölünürse, bu gruplar kendi menfaatlerini ön plana çıkarır ve genel irade zayıflar. Bu durum, toplumun dağılmasına ve bireylerin özgürlüklerini kaybetmesine neden olabilir.


3.2.4. Egemenliğin Mutlaklığı

Egemenlik, Rousseau'ya göre, mutlak bir güce sahiptir. Ancak bu mutlaklık, despotik ya da baskıcı bir yönetimi ifade etmez. Tam tersine, egemenlik mutlak olmalıdır çünkü toplumun genel iradesini temsil eder. Herkesin ortak menfaatlerini gözeten bir egemenlik, bireylerin özgürlüklerini korur ve eşitliği sağlar. Rousseau'ya göre, eğer egemenlik mutlak değilse, bireylerin çıkarları toplumun çıkarlarının önüne geçer ve bu da adaletsizlik ve huzursuzluk yaratır. Rousseau'nun bu görüşü, bireylerin topluma karşı sorumluluklarını vurgular. Egemenlik mutlak olmadığında, bireyler toplumun çıkarlarını göz ardı ederek kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebilirler. Bu, toplumun düzenini ve ahlakını tehdit eder.


3.2.5. Yasa ve Egemenlik Arasındaki İlişki

Rousseau, ikinci bölümde yasaların doğasını ve toplumun işleyişinde oynadığı kritik rolü açıklığa kavuşturur. Yasalar, genel iradenin bir ifadesidir ve toplumun bütün üyelerine eşit şekilde uygulanmalıdır. Rousseau, yasaların toplumun genel iyiliği için oluşturulması gerektiğini, özel çıkarlar için oluşturulmuş yasaların ise meşruiyetini kaybedeceğini savunur. Yasalar, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini korurken, aynı zamanda toplumun düzenini sağlar. Yasalar sadece halkın iradesine dayanmalıdır; yani, halkın onayı olmadan çıkarılan yasalar geçerli olamaz. Yöneticiler, yasaları halkın genel iradesine göre oluşturmalı ve uygulamalıdır. Bu yaklaşım, modern hukuk sistemlerinin temel prensiplerinden birini oluşturur. Halkın iradesine dayanmayan yasalar meşru değildir ve bireylerin özgürlüğünü kısıtlar. Bu nedenle, yasaların adil olması için egemenliğin yansıması olması gerekir.


3.2.6. Egemenliğin Sürekliliği

Rousseau, egemenliğin sürekli olması gerektiğini savunur. Halkın genel iradesi zamanla değişebilir; bu nedenle egemenlik, sürekli olarak halkın iradesine dayanmalıdır. Rousseau, bir kez oluşturulan yasaların ve yönetim sisteminin sonsuza dek geçerli olamayacağını vurgular. Toplumun değişen ihtiyaçlarına ve koşullarına göre, egemenliğin de yeniden şekillendirilmesi gerekebilir. Rousseau'nun bu görüşü, halkın katılımını ve aktif bir siyasi yaşamın gerekliliğini vurgular. Bir toplumda adaletin ve özgürlüğün korunabilmesi için, halkın sürekli olarak egemenliğini kullanması ve yöneticileri denetlemesi gerektiğini savunur. Bu bakımdan Rousseau, dinamik ve katılımcı bir demokrasi anlayışının öncüsüdür.


Toplumun varlığını sürdürebilmesi ve adil bir şekilde yönetilebilmesi için, herkesin ortak iyi için çaba göstermesi gerekir. Bireylerin sadece kendi çıkarlarını değil, toplumun bütününü göz önünde bulundurmaları zorunludur. Rousseau, bireysel özgürlüğün ancak bu şekilde korunabileceğini savunur. Yazar burada bireylerin özgür kalabilmesi için toplumsal bir düzenin var olması gerektiğini ileri sürer. Ancak bu düzen, bireylerin özgürlüklerini korumalı ve onların ortak çıkarlarını gözetmelidir. Toplumun iyi işleyebilmesi için bireylerin yasalar ve genel irade çerçevesinde hareket etmeleri gerekmektedir. Rousseau’ya göre, bu denge sağlanmadığında toplumda kaos ve adaletsizlik hâkim olur.


3.2.8. Bölümün Değerlendirmesi

Kitabın ikinci bölümü, Rousseau’nun siyaset felsefesi için temel kavramları ve fikirleri sunduğu en önemli bölümlerden biridir. Rousseau, bu bölümde bireysel özgürlük ile toplumsal düzen arasındaki hassas dengeyi açıklamaya çalışır. Genel irade, egemenlik ve yasaların doğası gibi kavramlar, modern demokratik düşüncenin temelini oluşturur. Bu kavramlar, Rousseau’nun toplumsal adalet anlayışını ve özgürlüğün korunmasına yönelik fikirlerini anlamak açısından hayati önem taşır. Rousseau’nun yasaların meşruiyeti ile ilgili görüşleri, günümüzde hukukun üstünlüğü ilkesinin de temelini oluşturur.


Bu bölümdeki tartışmalar, bireylerin özgürlüğünün ancak toplumsal sorumluluklarının farkında olarak sürdürülebileceğini savunur. Rousseau’nun bu görüşü, bireylerin haklarının olduğu kadar toplumun iyiliği için görevlerinin de olduğunu vurgular. Bu, modern toplumlarda sosyal adalet ve eşitlik kavramlarının temelini oluşturur. Modern demokrasi ve siyaset felsefesi açısından bu bölüm büyük bir öneme sahiptir.


3.3. Üçüncü Kitap

Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi kitabının üçüncü bölümü, toplumda egemen iradeyi uygulamakla görevli olan hükümetin doğası, yapısı ve işleyişine odaklanır. Rousseau, bu bölümde hükümetin işlevi, farklı hükümet türleri ve hükümetin toplumdaki rolü gibi konuları detaylı bir şekilde ele alır. Ayrıca hükümetin genel irade ile ilişkisini, onun görev ve sınırlarını da derinlemesine tartışır.


3.3.1. Hükümetin Tanımı ve Doğası

Rousseau, üçüncü bölümde hükümeti, egemen halkın aldığı kararları uygulayan bir araç olarak tanımlar. Hükümet, halkın egemen iradesinin bir uygulayıcısıdır, ancak egemenliğin kaynağı halkın kendisidir. Rousseau’ya göre, egemenlik devredilemez; bu yüzden hükümet sadece halkın iradesine hizmet etmelidir ve kendisi bağımsız bir otorite haline gelmemelidir.


Hükümetin temel işlevi, genel iradenin yasaları çerçevesinde toplumu yönetmek ve düzeni sağlamaktır. Rousseau’ya göre, hükümet halkın refahını korumalı, toplumun düzenini sağlamalı ve bireylerin özgürlüklerini güvence altına almalıdır. Hükümet, halkın genel iradesini yürürlüğe koyma görevini üstlenirken, bireysel çıkarlar ya da farklı grupların menfaatleri için çalışmamalıdır. Eğer hükümet bu çizgiden saparsa, kaos ortaya çıkar.


3.3.2. Hükümet ve Egemenlik Arasındaki Ayrım

Rousseau, bu bölümde hükümet ile egemenlik arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koyar. Egemenlik, halkın kendisinde bulunur ve asla hükümete devredilemez. Hükümet, sadece halkın iradesini yerine getiren bir organ olmalıdır. Rousseau’ya göre, hükümet ile halkın egemenliği birbirinden ayrıdır; ancak hükümet halkın egemenliğine boyun eğmelidir. Hükümet, halkın genel iradesini temsil etmeli ve ona karşı gelmemelidir.


Egemenlik halkın kolektif iradesine dayandığından, hükümet bu iradeyi gerçekleştirmek için yalnızca bir aracı görevindedir. Rousseau, hükümetin, egemenliğin kaynağı olan halkın iradesine tabi olması gerektiğini, aksi halde hükümetin meşruiyetini kaybedeceğini savunur. Hükümetin, halkın genel iradesinden sapmaması ve sadece halkın çıkarlarını koruması gerektiğini vurgular.


3.3.3. Hükümetin Türleri

Rousseau, farklı hükümet türlerini tanımlar ve bu türlerin özelliklerini tartışır. Hükümet türlerini monarşi, aristokrasi ve demokrasi olarak sınıflandırır. Her hükümet türünün avantajları ve dezavantajları vardır; ancak Rousseau, her toplumun kendi ihtiyaçlarına en uygun hükümet biçimini seçmesi gerektiğini savunur. Hükümetin türü, toplumun büyüklüğüne, coğrafi yapısına ve halkın karakterine bağlı olarak değişebilir.


3.3.3.1. Demokrasi

Rousseau’ya göre, demokraside halk bizzat kendini yönetir ve yasaları doğrudan kendisi çıkarır. Ancak, Rousseau, demokrasinin büyük toplumlar için pratik olmadığını ve küçük toplumlar için daha uygun bir hükümet biçimi olduğunu savunur. Demokrasi, teoride en adil yönetim biçimi olarak görülse de, uygulamada problemler çıkabileceğini ve bunu engelleyebilmek için halkın sürekli olarak yönetime katılım göstermesini gerektirdiğini belirtir.


3.3.3.2. Aristokrasi

Rousseau, aristokrasinin birkaç kişinin halk adına yönetimde bulunduğu bir hükümet biçimi olduğunu ifade eder. Aristokrasi, eğer bu kişiler genel iradeye uygun hareket ederlerse, en etkili hükümet biçimlerinden biri olabilir. Rousseau, özellikle doğal aristokrasi kavramına dikkat çeker; burada, en bilgili ve erdemli olanların toplumu yönetmesi gerektiğini savunur. Ancak bu tür bir aristokrasinin adaletli ve halkın çıkarlarına uygun olması zorunludur.


3.3.3.3. Monarşi

Monarşi, yönetimin tek bir kişide toplandığı hükümet biçimidir. Rousseau, monarşinin hızlı karar alma ve etkin yönetim açısından avantajlı olabileceğini kabul eder; ancak bu tür bir yönetimin zorbalığa kayma riskinin çok yüksek olduğunu da vurgular. Monarşilerde kralın halkın genel iradesine bağlı kalmadığı durumda halk üzerinde baskı kurabileceği ve kişisel çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini belirtir.


3.3.4. Hükümetin Çöküşü ve Bozulması

Rousseau, hükümetlerin zamanla nasıl yozlaştığını ve çöküşe geçtiğini de tartışır. Her hükümet biçimi, kendi doğası gereği bir süre sonra bozulmaya yatkındır. Rousseau’ya göre, hükümetin çöküşü, halkın egemenliğinin zayıflaması ve hükümetin halktan bağımsız hareket etmeye başlamasıyla gerçekleşir. Hükümet, kendi çıkarlarını halkın çıkarlarının önüne koymaya başladığında, tiranlık ya da despotizm ortaya çıkar.


3.3.4.1. Titranlık ve Despotizm

Rousseau, hükümetin halkın genel iradesinden saparak kendi iktidarını pekiştirmeye çalışması durumunda tiranlığın kaçınılmaz olduğunu belirtir. Tiranlık, hükümetin halkın haklarını ve özgürlüklerini hiçe sayarak yönetmesi anlamına gelir. Despotizm ise hükümetin tamamen halkın iradesine karşı, kendi iktidarını ve zenginliğini koruma amacıyla baskıcı bir rejim kurmasıdır. Rousseau’ya göre, hükümet halkın iradesine sadık kaldığı sürece meşruiyetini korur; ancak tiranlık ve despotizm eğilimleri meşruiyetin kaybedilmesine yol açar.


3.3.5. Hükümetin Büyüklüğü ve Yönetim İlişkisi

Rousseau, hükümetin büyüklüğünün toplumun büyüklüğü ile orantılı olması gerektiğini savunur. Küçük toplumlarda, demokratik hükümet daha etkili olabilirken, büyük toplumlar için aristokrasi ya da monarşi gibi daha merkezi yönetim biçimleri gerekebilir. Rousseau, hükümetin boyutunun, halkın iradesini ne kadar iyi yansıtabileceğiyle doğrudan ilişkili olduğunu vurgular. Küçük bir hükümet, daha az karmaşıklık ve daha fazla katılım sağlayabilir; ancak büyük bir hükümet, daha geniş bir alanda düzeni sağlamada etkili olabilir.


3.3.6. Bölümün Değerlendirilmesi

Üçüncü bölüm, Rousseau’nun hükümet teorisini ve siyaset felsefesindeki temel kavramlarını daha somut bir biçimde ortaya koyar. Hükümetin doğası, egemenlik ve hükümet arasındaki ilişki, farklı yönetim biçimlerinin analizi, modern devlet teorileri açısından büyük bir öneme sahiptir.


Rousseau’nun hükümet ve halkın egemenliği arasındaki ayrımı, modern demokrasi teorisinin temellerinden biridir. Bugünkü demokratik sistemlerde, hükümet halkın temsilcisi olarak görülür ve halkın iradesine hizmet etmek zorundadır. Rousseau’nun hükümetin sınırları ve işlevi hakkındaki görüşleri, günümüz devletlerinin işleyişinde de önemli bir yer tutar. Ayrıca Rousseau’nun hükümetin yozlaşma ve tiranlığa kayma tehlikesi üzerine yaptığı uyarılar, modern siyaset biliminde de geçerli olan bir kavramdır.


Rousseau’nun farklı hükümet biçimlerini analiz etmesi, siyaset felsefesinde önemli tartışmalara yol açmıştır. Hangi hükümet biçiminin en adil ve en etkili olduğu sorusu, Rousseau’dan sonra da pek çok filozof ve siyasetçi tarafından ele alınmıştır. Özellikle demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki karşılaştırmalar, siyaset teorisinin temel tartışma konularından biri olmuştur. Bu durum hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir.


3.4. Dördüncü Kitap

Jean-Jacques Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi kitabının dördüncü bölümü, eserin bütününde olduğu gibi, halk egemenliği, özgürlük, yasaların uygulanması ve devletin işleyişi ile ilgili önemli konuları kapsamlı bir şekilde ele alır. Dördüncü bölüm, özellikle halk iradesi, devletin meşruiyeti, bireysel özgürlükler ve dinin toplum üzerindeki etkilerine dair düşünceleri içerir.


Bu bölümde Rousseau, devletin varlığını sürdürebilmesi için halkın iradesinin nasıl sürekli ve güçlü kalması gerektiği üzerinde durur. Ayrıca, halkın siyasal süreçlere katılımı, yasaların meşruiyeti, özgürlük ile itaat arasındaki denge gibi kavramlara da derinlemesine bakar.


3.4.1. Özgürlük ve Yasa

Rousseau'nun temel düşüncesi, bireylerin özgürlüğünü korumanın, yasalarla mümkündür. Ancak bu yasalar, halkın genel iradesine dayalı olarak yapılmalıdır. Eğer yasalar bireylerin ortak çıkarlarına aykırıysa, meşruiyetlerini kaybederler. Yasaların meşru olabilmesi için halkın iradesine dayanması gerekir. Rousseau, yasaların genel iradeyi yansıttığı sürece bireyler için bağlayıcı olduğunu, ancak özel çıkarlara hizmet eden yasaların meşruiyetini kaybedeceğini savunur. Bu da devletin çökmesine neden olabilir.


3.4.2. Sivil Din Kavramı

Dördüncü bölümde Rousseau, bir toplumun ayakta kalabilmesi için ortak bir inanç ve değerler sisteminin olması gerektiğini söyler ve bu kavramı sivil din olarak adlandırır. Sivil din, toplumu bir arada tutan ahlaki ve manevi bağdır. Bu din, bireyleri topluma karşı sorumlu kılar ve devletin meşruiyetini güçlendirir. Sivil din, bireylerin devlete olan bağlılığını artırır. Rousseau’ya göre, bu din dogmatik olmamalı, bireylerin inanç özgürlüğüne müdahale etmemelidir. Temel amacı toplumsal birliği ve dayanışmayı sağlamaktır. Sivil din, ulusal kimlik ve yurttaşlık bilinci yaratmada önemli bir rol oynar.


3.4.3. Bireysel Özgürlük ve Toplumsal İtaat

Rousseau, bireylerin özgürlüğü ile topluma itaat etme zorunluluğu arasındaki dengeyi ele alır. Bireyler, özgür olmakla birlikte toplumun genel iradesine uyum sağlamak zorundadır. Rousseau’ya göre, bireyler yalnızca yasalar çerçevesinde özgür olabilirler ve bu yasalar, bireylerin özgürlüklerini güvence altına almalıdır.


Gerçek özgürlük, bireylerin sadece kendi çıkarları doğrultusunda değil, toplumsal çıkarlar doğrultusunda hareket etmeleriyle sağlanır. Rousseau’ya göre, insanlar ancak toplumun genel iradesine uyarak gerçek anlamda özgür olabilirler. Toplumun çıkarlarına aykırı hareket etmek, bireysel özgürlüğü tehlikeye atar.


3.4.4. Devletin Meşruiyeti ve Çöküş Tehlikesi

Rousseau, devletin meşruiyetini halkın iradesine dayandırır. Eğer bir devlet, halkın genel iradesinden saparsa, meşruiyetini kaybeder ve çöküşe sürüklenir. Bu sapma, genellikle hükümetin halkın çıkarlarını göz ardı etmesi ya da yasaların adaletsiz bir şekilde uygulanması sonucunda ortaya çıkar.


3.4.4.1. Devletin Çöküşü ve Halkın İsyan Hakkı

Rousseau’ya göre, bir devlet halkın iradesini yansıtmadığında halkın bu devlete karşı isyan etme hakkı vardır. Devlet, halkın çıkarlarına aykırı hareket ettiğinde, halk bu duruma müdahale etmeli ve kendi iradesini yeniden kurmalıdır. İsyan, meşru bir hükümetin kurulması için gerekli olabilir.


3.4.5. Halkın Sürekli Siyasal Katılımı ve Önemi

Rousseau, halkın siyasal süreçlere aktif olarak katılması gerektiğini savunur. Siyasal katılım, genel iradenin sapmasını ve devletin yozlaşmasını engeller. Halk sürekli olarak hükümeti denetlemeli ve karar alma süreçlerine katılmalıdır.


3.4.5.1. Sürekli Katılım

Sürekli Katılım: Halkın siyasal katılımı, özgürlüğün ve toplumsal düzenin korunması için şarttır. Eğer halk siyasal süreçlerden uzaklaşırsa, hükümet yozlaşabilir ve bireylerin hakları tehlikeye girebilir. Rousseau, halkın katılımının devletin sağlıklı işlemesi açısından kritik olduğunu vurgular.


3.4.6. Bölümün Önemi

Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi kitabının dördüncü bölümü, özgürlük, yasaların meşruiyeti, devletin çöküşü ve halkın isyan hakkı gibi temel siyasi kavramları derinlemesine inceler. Bu bölüm, modern siyaset felsefesi ve demokrasi anlayışını şekillendiren düşünceleri içerir. Rousseau ilk defa din kavramını derinlemesine ele almış ve bu konuda önemli noktalara değinmiştir. Topluluğun oluşması kadar çökmemesinin de önemli olduğunu vurgular.


3.4.6.1. Halk Egemenliği

Rousseau'nun halk egemenliği anlayışı, modern demokrasilerin temelini oluşturur. Halkın iradesinin devredilemez ve bölünemez olduğunu savunur.


3.4.6.2. Sivil Din

Rousseau'nun sivil din kavramı, toplumsal birliğin ve dayanışmanın sağlanmasında önemli bir unsur olarak görülmüştür.


3.4.6.3. Özgürlük ve Yasa İlişkisi

Bireylerin özgürlüğünün ancak yasalar çerçevesinde korunabileceği fikri, modern hukuk sistemlerinin temel ilkelerinden biridir.


3.4.6.4. Siyasal Katılım

Rousseau'nun halkın sürekli olarak siyasal katılım göstermesi gerektiği fikri, günümüzde de demokrasilerin işlerliği açısından önem taşır.


4. ROUSSEAU’NUN DİĞER DÜŞÜNÜRLER İLE AYRIŞTIĞI VE ÖNE ÇIKTIĞI ALANLARIN İNCELENMESİ

Toplum sözleşmesi teorisi, yalnızca Rousseau ile sınırlı olmayan, birçok önemli düşünür tarafından tartışılmış bir kavramdır. Devletlerin ve toplumların nasıl doğduğunu, birey ile devlet arasındaki ilişkinin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışan bu düşünürler arasında Thomas Hobbes, John Locke ve Immanuel Kant gibi isimler öne çıkar. Her biri toplum sözleşmesi konusunda farklı görüşler ortaya koymuş, ancak Rousseau, kendi özgün bakış açısıyla ile bu tartışmalar arasında farklı bir yer edinmiştir. Bu bölümde eser göz önüne alınarak farklı düşünürlerle Rousseau arasındaki fikir bağlantıları incelenecektir.


4.1. Farklı Düşünürlerin Bu Çerçevedeki Görüşleri

Bu bölümde kıyaslamanın yapılabilmesi adına farklı düşünürlerin görüşlerine yer verilecektir.


4.1.1. Thomas Hobbes

Leviathan adlı eserinde toplum sözleşmesi fikrini ortaya koyan ilk düşünürlerden biridir. Hobbes’a göre insan doğası gereği bencil, rekabetçi ve kaos yaratmaya meyillidir. Doğa durumunda insanlar arasında sürekli bir çatışma vardır, çünkü herkesin hayatı, diğerlerinin tehdidi altındadır. Bu nedenle, Hobbes, insanların kaostan kaçmak ve güvenliklerini sağlamak için tüm haklarını mutlak bir otoriteye devretmeleri gerektiğini savunur. Ona göre bu otorite, toplumun tüm üyeleri üzerinde mutlak egemenlik kurarak barışı sağlar. Hobbes’un toplum sözleşmesi teorisi, bireylerin güvenliği için özgürlüklerinden tamamen vazgeçmeleri gerektiği fikrine dayanır.


4.1.2. John Locke

Hobbes’un karamsar doğa görüşüne karşı çıkar ve insan doğasının daha olumlu yönlerini vurgular. Locke’a göre, insanlar doğuştan sahip oldukları hakları (yaşam, özgürlük ve mülkiyet) korumak için bir araya gelirler ve bir toplum kurarlar. Locke, Hobbes’un aksine, mutlak bir otorite yerine sınırlı bir hükümetin var olması gerektiğini savunur. Bireyler, kendi haklarını koruyacak bir hükümete yetki verir, fakat bu yetki sınırlıdır; eğer hükümet bireylerin haklarını ihlal ederse, halkın onu devirmek hakkı vardır. Locke’un toplum sözleşmesi anlayışı, bireylerin özgürlüklerini tamamen devretmek yerine, özgürlüklerini koruma amacı güder.


4.1.3. Immanuel Kant

Immanuel Kant ise toplum sözleşmesi kavramını ahlaki bir zemine oturtarak, bireylerin rasyonel varlıklar olarak eşit ve özgür birer özne olduğunu savunur. Kant’a göre toplum sözleşmesi, bireylerin birbirlerine karşı saygı duymasını ve başkalarının özgürlük alanlarını ihlal etmemesini sağlar. O da Rousseau gibi, bireylerin ortak iradeye dayalı bir topluluk kurmasını önemser. Ancak Kant’ın vurgusu, daha çok evrensel ahlak kurallarına ve bireyin ahlaki sorumluluğuna dayanır.


4.2. Görüşlerin Rousseau'nunkiler İle Kıyaslanması

Rousseau, Hobbes ve Locke’tan farklı olarak, insan doğasının saf haliyle barışçıl ve özgür olduğunu, fakat mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte eşitsizliklerin ve çatışmaların başladığını savunur. Rousseau’ya göre, insanlar doğa durumunda eşittir; ancak mülkiyetin ve sosyal hiyerarşilerin gelişmesi, bireyler arasında tahakküm kurmaya yol açmış, bu da insanın doğuştan gelen özgürlüğünü kaybetmesine neden olmuştur. İşte Rousseau’nun en farklılaştığı nokta burada ortaya çıkar: O, mülkiyetin doğurduğu bu adaletsiz düzenin sadece yeni bir toplumsal anlaşma ile düzeltilebileceğine inanır.


Rousseau’nun en önemli farkı, genel irade kavramını öne çıkarmasıdır. Locke ve Hobbes’un bireysel çıkarları merkeze alan anlayışlarının aksine, Rousseau, toplumun genel çıkarlarını temsil eden genel iradenin her şeyin üstünde olduğunu söyler. Ona göre, bireyler ancak bu genel iradeye uyum sağladıklarında gerçek anlamda özgür olabilirler. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi teorisi, bireylerin özgürlüklerini bir hükümete devretmeleri değil, topluluğun ortak çıkarlarını temsil eden bir yapıya katkı sağlamaları gerektiğini vurgular. Bu sayede, bireyler, bireysel özgürlüklerini kaybetmeden toplumsal düzen içinde yer alabilirler.


4.3. Çıkarım

Sonuç olarak, Rousseau’nun toplum sözleşmesi teorisi, bireylerin eşitliğini ve ortak yararı temel alan bir düzenin kurulması gerektiğini savunur. Diğer düşünürler, bireysel hakların korunmasına veya güvenliğin sağlanmasına daha fazla vurgu yaparken, Rousseau’nun öne çıkan özelliği, bireylerin ancak topluluğun genel iradesine tabi olduklarında özgürlüklerini koruyabilecekleri fikridir. Onun bu düşünceleri, modern demokrasinin temellerini atarken, halk egemenliği kavramına da derinlik kazandırmıştır.


Eser ve yazar derinlemesine incelendiğinde yazarın sadece siyasi değil aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve tarihi incelemeler de yaptığı görülmüştür. İncelenen her bir bölümde üzerine durulan kavramların Rousseau’nun ortaya attığı teoriler bakımından ne kadar önemli olduğu sonucuna ulaşılmıştır. İnceleme sonucunda Rousseau’nun yönetim, toplum ve halk kavramları düşünüldüğünde gözden kaçırdığı hiçbir nokta olmadığı aksine her detayı ince bir işçilik ile bir hikaye anlatıcısı rolünde aktardığı gözlemlenir. Ruosseau’nun konuyu bu şekilde ele almasının onun bilgi düzeyine işaret ettiği aşikardır. Herkesin anlayabileceği bir dil kullanan yazar, bu teori ile sadece yönetimlerin oluşumunu açıklamakla kalmayıp aynı zamanda ideal bir toplum düzeninin kurulması için yapılması gerekenleri anlattığı bir kılavuz oluşmuştur.

 

5. SONUÇ

Eser ve yazar derinlemesine incelendiğinde yazarın sadece siyasi değil aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve tarihi incelemeler de yaptığı görülmüştür. İncelenen her bir bölümde üzerine durulan kavramların Rousseau’nun ortaya attığı teoriler bakımından ne kadar önemli olduğu sonucuna ulaşılmıştır. İnceleme sonucunda Rousseau’nun yönetim, toplum ve halk kavramları düşünüldüğünde gözden kaçırdığı hiçbir nokta olmadığı aksine her detayı ince bir işçilik ile bir hikaye anlatıcısı rolünde aktardığı gözlemlenir. Ruosseau’nun konuyu bu şekilde ele almasının onun bilgi düzeyine işaret ettiği aşikardır. Herkesin anlayabileceği bir dil kullanan yazar, bu teori ile sadece yönetimlerin oluşumunu açıklamakla kalmayıp aynı zamanda ideal bir toplum düzeninin kurulması için yapılması gerekenleri anlattığı bir kılavuz oluşmuştur.

 


Sayfayı Paylaş :