

Yazan: Ronahi Pulgat | Marmara Üniversitesi - Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, 2. Sınıf
HİNT FELSEFESİNİN TEMELLERİ
Korhan Kaya’nın Hint Felsefesinin Temelleri kitabı, Hint felsefesine dair sistematik bir giriş sunarak bu alanda derinleşmek isteyenler için sağlam bir başlangıç noktası oluşturuyor. Kitap, Hint düşünce geleneklerini tarihsel ve kavramsal açıdan ele alarak Batı felsefesine aşina okurlara farklı bir dünya görüşü sunuyor. Bu yaklaşım, Hint felsefesinin yaşam, bilgi, hakikat ve varoluş gibi temel meselelerdeki pozisyonlarını anlamayı kolaylaştırıyor. Hint Felsefesinin Temelleri, okuru yalnızca Doğu düşüncesiyle tanıştırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu düşüncenin Batı felsefesiyle karşılaştırmalı bir değerlendirmesine de olanak tanıyor.
Kitap, sonuç bölümüyle birlikte 12 başlıktan oluşuyor. Her başlık, Hint felsefesinin temel kavramlarını ve tarihsel arka planını detaylandırırken, Batı düşüncesiyle karşılaştırmalı bir bağlam sunuyor. Şimdi bu bölümler üzerinden Hint felsefesine daha yakından bakalım.
Vedik Dönemde Tanrı Anlayışı ve İnanç Biçimi; Hint felsefesinin temellerini oluşturan Vedik dönem, tanrı anlayışı ve inanç biçimleri açısından oldukça zengin bir kültürel miras sunar. Bu dönemde tanrılar, doğanın güçleriyle özdeşleşmiş ve toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Rigveda gibi kutsal metinlerde tanrıların işlevleri ve insan yaşamındaki rollerine dair detaylı betimlemeler yer alır. Vedik dönem tanrıları, genellikle doğanın unsurlarını temsil eder. Örneğin, Agni ateşi, Varuna kozmik düzeni (rita), Indra ise gökyüzü ve savaş gücünü simgeler. Bu çok tanrılı yapı, toplumun yaşamını düzenleyen ritüellerle harmanlanmıştır. Yajna adı verilen kurban törenleri hem tanrılarla iletişim kurma hem de doğa ile uyumu sürdürme amacını taşır. Bu dönemde inanç, bireyden ziyade topluluk odaklıdır. İnsanların dini görevlerini yerine getirirken tanrılarla bir alışveriş ilişkisi içinde oldukları düşünülmüştür. Tanrılar, kendilerine sunulan adaklar karşılığında dünyada düzeni sağlar, bolluk ve bereket sunar. Bu anlayış, Vedik dönem dininin ritüel merkezli bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Vedik dönem tanrı anlayışı ve inanç biçimi, daha sonra gelişen Upanişad dönemi ve Hinduizmin temel kavramlarına zemin hazırlamıştır. Bu başlıkta, bu kadim dönemin felsefi ve dini mirasına dair ayrıntılı bir analiz sunulmaktadır.
Eskiden Yeniye Aktarımlar; Hint felsefesi, zaman içinde kesintisiz bir gelişim ve dönüşüm süreciyle zenginleşmiştir. Bu başlık altında, Vedik dönemden başlayarak Upanişadlar’a uzanan entelektüel ve manevi mirasın izleri sürülmektedir. Rigveda'nın ilahi şiirleriyle temellenen Vedik gelenek, zaman içinde felsefi ve metafizik bir derinlik kazanarak Upanişadlar'ın soyut düşünce dünyasına geçiş yapmıştır. Vedik dönemin erken metinlerinde doğa güçlerini yücelten çok tanrılı bir inanç sistemi varken, Upanişadlar’da daha soyut ve evrensel bir anlayışın hâkim olduğunu görürüz. Rigveda’da yer alan ilahiler, özellikle Yaratılış İlahisi (Nasadiya Sukta), varoluşun başlangıcına dair spekülatif sorular sorarak Upanişadlar’ın sorgulayıcı tonunu müjdelemiştir. Bu, Vedik ritüelciliğin yerini bireysel içsel arayışa bırakmasının ilk adımlarından biri olmuştur. Upanişadlar, Vedik dönem metinlerinden yalnızca bir kopuş değil, aynı zamanda onların yeniden yorumlanması olarak da görülebilir. Örneğin, Vedik dönemde rita (kozmik düzen) ritüellerle sürdürülen bir kavramken, Upanişadlar bu düzeni içsel bir gerçekliğe, yani Brahman’a bağlamışlardır. Rigveda’nın ilahi duaları, insanın kozmik düzenle uyumunu öne çıkarırken, Upanişadlar bu düzenin bireydeki yansımasını (Atman) keşfetme amacına odaklanmıştır. Bu aktarım süreci, yalnızca Hint felsefesine özgü değildir. Eski Yunan felsefesinde de benzer bir dönüşüm izlenebilir: Thales gibi doğa filozoflarının fiziksel dünyaya dair açıklamaları, Sokrates ve Platon’un insan zihni ve ahlak üzerine odaklanan felsefi düşünceleriyle yeni bir boyuta taşınmıştır. Aynı şekilde, Hint felsefesindeki Vedik-Upanişadik geçiş de doğa merkezli bir düşünce sisteminden evrensel ve bireysel bir bilgelik arayışına geçişi temsil eder. Sonuç olarak, eskiden yeniye aktarımlar yalnızca düşünce tarihindeki bir ilerlemeyi değil, aynı zamanda her dönemin kendine özgü birikimini koruyarak dönüştürdüğünü ve geleceğe taşıdığını gösterir. Hint felsefesi, bu dinamik aktarım süreciyle hem zamana meydan okuyan hem de yeni çağlara ilham veren bir gelenek oluşturmuştur.
Aktarımların Değişimi ve Yeni Bilgilerin Girişi; Hint felsefesi, bilgilerin aktarımı sırasında dönüşüme uğraması ve yeni öğretilerin eklenmesiyle şekillenmiştir. Dadhyanc efsanesi, bilgiyi paylaşmanın fedakârlık gerektirdiğini ve bu aktarımın ahlaki bir sorumluluk olarak görüldüğünü vurgular. Bal bilgisi (Madhuvidya), evrenin özündeki birlik fikrini temsil eder ve birey ile evren arasındaki derin bağlantıyı açıklar. Upanişadlar’ın temel öğretilerinden biri olan bu bilgi, Vedik ritüelciliğinden daha soyut bir felsefi anlayışa geçişi simgeler. Rigveda’daki “Kasmai” sorusu ise sorgulayıcı bir düşünce geleneğinin başlangıcını işaret eder. “Hangi tanrıya adak sunalım?” sorusu, tanrılardan öte bir hakikatin arayışına yönelimi yansıtır. Bu örnekler, Hint felsefesinin sadece bilgiyi aktarmakla kalmayıp onu yeniden yorumlayarak sürekli bir dönüşüm içinde olduğunu gösterir.
Söz Atışmaları; Brahmodya, Hint felsefesinde önemli bir kavramdır. Bu, bir tür felsefi tartışma veya derin diyalog anlamına gelir ve özellikle Hinduizm, Budizm ve Jainizm gibi Hint düşünce sistemlerinde sıkça rastlanan bir yöntemdir. Brahmodya da ineklerin Hint kültüründe kutsal kabul edilmesinin temelinde, Hinduizm’deki Ahimsa (zarar vermeme) ilkesi yatmaktadır. İnek, sadece besleyici ve üretken bir varlık olarak değil, aynı zamanda Tanrıların bir yansıması olarak görülür. Bu nedenle, ineklere duyulan saygı, Hint düşüncesinde derin bir manevi anlam taşır ve inekler tapınanlar için sembolik bir değer taşır.
Din Adamları ve Askerler; Hint toplumunun iki önemli sınıfı olan Brahmanlar (din adamları) ve Kshatriyalar (askerler) arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkilerin Hint felsefesine nasıl katkıda bulunduğunu inceler. Brahmanlar, Hinduizm’in ritüel ve dini liderleri olarak, toplumsal düzeni ve manevi yaşamı şekillendirirken, Kshatriyalar savaşçı sınıfını temsil eder ve devletin yönetiminden sorumludur. Bu iki sınıf arasında zaman zaman çekişmeler yaşanmış ve bu çekişmeler, Hint felsefesindeki önemli gelişmeleri etkilemiştir. Kshatriyaların Brahmanlaşması süreci, aynı zamanda toplumdaki sınıfsal yapıları ve bu yapıların dini ve felsefi anlamını sorgulamaya açmıştır. Brahmanların ve Kshatriyaların ilişkisi, bireylerin sadece sosyal statüleriyle değil, aynı zamanda içsel gelişim ve manevi aydınlanma ile de ilgilenmeleri gerektiği fikrini doğurmuştur. Bu bağlamda, Hindistan’daki felsefi düşünce, sadece sosyal sınıfların değil, aynı zamanda insanın içsel yolculuğunun da önemli olduğunu vurgulamıştır.
Rigveda’da En Eski Filozoflar; Rigveda, Hint felsefesinin temellerini atan ve Hindistan’daki dini düşüncenin şekillenmesinde önemli rol oynayan kutsal metinlerin başında gelir. Bu metinler, sadece dini ritüellerin ve ilahilerin değil, aynı zamanda felsefi sorgulamaların da yer aldığı bir kaynaktır. Rigveda'da yer alan bazı ilahiler ve figürler, Hint felsefesinin erken evrelerindeki önemli felsefik düşünceleri yansıtır. Rigveda’da yer alan Aghamarshana İlahisi, Tanrı'ya yönelik bir dua veya ilahidir ve kötü ruhların kovulmasını, karanlık güçlerin yok edilmesini talep eder. Bu ilahi, insanın doğaüstü varlıklarla olan ilişkisini ve kozmik düzeni anlamaya yönelik bir yaklaşımı simgeler. Aynı zamanda, varlıkların düzeni ve ahenkli bir şekilde işleyişi üzerine yapılan felsefi düşünceleri ortaya koyar. Hindistan’ın Thales’i: “Prajapati Parameshthin”: Prajapati Parameshthin, Rigveda'da yer alan ve yaratılışla ilgili derin felsefi düşünceler geliştiren bir figürdür. Onun düşünceleri, kozmik düzenin temel ilkeleriyle ilgilidir ve bazı bakımlardan Thales’in Batı felsefesindeki ilk kozmolojik düşüncelerine benzerlik gösterir. Prajapati, evrenin yaratılmasının ve onun düzeninin mantıklı bir şekilde açıklanması gerektiğini savunmuş, varlıkların kökeni ve doğası üzerine felsefi spekülasyonlarda bulunmuştur. Bu figür, felsefi düşüncenin doğuşunda önemli bir rol oynamıştır. Yaratılış İlahisi: Rigveda’daki yaratılış ilahileri, yaratılışın "ne zaman" değil, "nasıl" olduğunu açıklamaya yönelir. Bu, Batı felsefesinde daha çok "ilk neden" veya "başlangıç" sorusuyla ilişkili iken, Hint felsefesi bu yaratılışı daha çok bir evrimsel süreç ve kozmik düzen olarak ele alır. Yaratılış, bir Tanrı’nın ya da ilahi bir gücün yaratıcı eylemiyle değil, kozmik bir düzenin ortaya çıkışıyla bağlantılıdır. Bu bakış açısı, Hint felsefesinde doğanın sürekli bir dönüşüm içinde olduğu ve yaratılışın sürekli olarak devam eden bir süreç olduğu anlayışını doğurmuştur. Avesta, iyilik ve kötülüğün, kozmik bir düzen içinde sürekli bir çatışma halinde olduğunu savunur, bu da Hint felsefesindeki benzer temalarla örtüşür. Aynı zamanda, Avesta metinleriyle paralel olarak, Batı ve Doğu’nun felsefi geleneklerinin karşılaştırılmasına da olanak tanır.
Kurban Anlayışının Farklılaşması; Hint felsefesinde kurban, dini ritüellerin ve manevi arayışların temel unsurlarından biridir. Başlangıçta kurbanlar, Brahmanalar'da ritüel ve dini anlamda detaylı bir şekilde işlenir. Bu metinlerde kurban, kozmik düzenin sağlanması ve Tanrı ile ilişki kurmak amacıyla yapılan kutsal eylemler olarak görülür. At kurbanı, Aryan toplumunda özellikle güç ve liderlik göstergesi olarak yapılır. At, bağımsızlık ve özgürlüğün sembolü olup, krallar bu ritüeli düzenleyerek sosyal otoritelerini pekiştirmeye çalışır. Brahmanalar’da, at kurbanının kozmik düzenin devamını sağlamak için önemli bir ritüel olduğu vurgulanır. İnsan kurbanı, zamanla sorgulanan ve terk edilen bir ritüeldir. Ancak, erken dönemlerde bu ritüel, kozmik düzenin sağlanmasında en yüksek kurban biçimi olarak kabul edilmiştir. Vedik metinlerde, insan kurbanı genellikle sembolik bir anlam taşımaya başlamıştır. Her Şeyin Kurbanı; zamanla, kurban anlayışı soyut bir hale gelmiş ve “her şeyin kurbanı” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, kişinin tüm varlığını Tanrı’ya adaması gerektiğini savunur. "Her şeyin kurbanı" kavramı, bireyin düşünce ve eylemlerinin Tanrı'ya teslimiyetini ifade eder.
Upanishad Filozofları; Madishasana'nın Felsefi Araştırmaları: Madishasana, Upanishad düşüncesine dair önemli felsefi araştırmalar yapan bir figürdür ve onun çalışmalarında, insanın doğası, evrenle ilişkisi ve manevi özgürlüğü üzerine derin sorgulamalar bulunur. Madishasana’nın felsefi perspektifi, Upanishadların mistik ve metafizik öğretilerine dayanır, ancak aynı zamanda daha analitik bir yaklaşımla insanın evrensel hakikate ulaşma yolunu anlamaya çalışır. Madishasana, özellikle Atman (bireysel benlik) ve Brahman (evrensel benlik) arasındaki ilişkiyi ele alır. Onun felsefesinde, bireysel benlik ile evrensel benlik arasındaki birlik, nihai gerçeği anlamanın temel yolu olarak ortaya çıkar. Madishasana, bu iki kavramın aslında bir bütün olduğuna, ayrılığın yalnızca bir illüzyon olduğuna inanır. O, insanın bu birliği fark etmesi gerektiğini savunur ve bu farkındalığın, ruhsal özgürlüğü (moksha) getireceğine dair güçlü bir vurgu yapar. Madishasana’nın felsefi araştırmaları, düşüncenin derinliklerine inmeyi ve bireyin içsel benliğini keşfetmeyi amaçlar. O, insanın evrenle uyum içinde varlık sürmesi gerektiğini ve bu uyumun ancak kendi doğasını anlamasıyla mümkün olacağını öne sürer. Bu düşünceler, Upanishad filozoflarının genel anlayışıyla paralellik gösterir, ancak Madishasana, bu evrensel hakikatin bilincine varmayı daha çok bireysel bir içsel deneyimle ilişkilendirir
Ad ve Biçim (Nama-Rupa); Upanishad düşüncesinde "Ad" (isim) ve "Biçim" (şekil), varlıkların gerçek özlerini yansıtmayan dışsal ifadeler olarak görülür. Bu kavramlar, insanın evreni algılayış biçimini ve gerçekliği anlamadaki zorlukları ele alır. Uddalaka Aruni, "Tat Tvam Asi" (Sen O’sun) öğretisiyle tanınır. Ona göre, her şey Brahman’dan türetilir ancak dışsal adlar ve biçimler, gerçekliği gizler. İnsan bu yanılsamalardan kurtulup, evrensel gerçeği fark etmelidir. Nama-Rupa, insanların varlıkları yalnızca adları ve biçimleriyle algılamasına yol açar. Ancak bu dışsal görünüşler, gerçek özü yansıtmaz. Uddalaka, gerçekliği anlamanın yalnızca içsel deneyim ve farkındalıkla mümkün olduğunu vurgular.
Ölüm ve Ölümsüzlük; Eski Hint düşüncesi, ölüm ve ölümsüzlük konusuna derin bir şekilde eğilmiş ve yaşamın sona erdiği an ile sonrasını sorgulamıştır. Ölüm, sadece biyolojik bir olay olmanın ötesinde, ruhsal bir dönüşüm, yeniden doğuş ve evrensel düzenin bir parçası olarak ele alınmıştır. Eski Hintliler, ölümün yalnızca bedeni etkileyen bir son olmadığını, ruhun (Atman) ölümsüz olduğunu savunmuşlardır. Bu anlayış, reenkarnasyon ve karma gibi kavramlarla iç içe geçer. Ölüm, ruhun başka bir bedende yeniden doğması anlamına gelir, bu da bir nevi ölümsüzlük düşüncesine işaret eder. Bunun yanı sıra, Moksha (ruhsal özgürlük) anlayışı, ruhun doğum ve ölüm döngüsünden (samsara) kurtulmasını ve evrensel birliğe kavuşmasını ifade eder. Hint filozofları, ölüm sonrası hayatı ve ölümsüzlüğü anlamak için derin felsefi sorgulamalarda bulunmuş, bireyin yaşam amacı olarak ruhsal gelişimi ve ölümsüzlüğü hedeflemiştir. Bu, ölümün sadece bir son değil, varoluşun devam eden bir döngüsü olduğunu savunur.
Felsefe Sistemlerinin Gelişimi; Eski Hint felsefesi, evrenin doğası, insanın varoluşu ve manevi gelişim üzerine kapsamlı teoriler geliştiren çeşitli düşünce sistemlerine sahiptir. Bu sistemler, "Şaddarşana" adı verilen altı ana okulda toplanmıştır: Samkhya, Yoga, Nyaya, Vaiseşika, Mimamsa ve Vedanta. Samkhya, varlığın iki temel ilkeden Prakriti (doğa) ve Purusha (ruh)-oluştuğunu savunur. Yoga ise, bu iki ilkenin birliğine ulaşmayı amaçlayan meditasyon teknikleri ve disiplinleri içerir. Şvetara Upanishad, Samkhya ve Yoga'nın birleşimini ve ruhsal kurtuluşu hedefler, insanın içsel farkındalık ve dengeye ulaşmasına yardımcı olmayı amaçlar. Purusha, evrensel ruhu ifade eder ve Şvetara Upanishad'da her şeyin özüdür. Tüm evrenin yaratılmasında rol oynayan, ölümsüz bir güç olarak kabul edilen Purusha, Samkhya ve Yoga sistemlerinde de önemli bir yer tutar. Bu kavram, varlığın temel yapısının manevi bir öz taşıdığı anlayışını yansıtır. Vaişeshika, evrenin atomik yapısını savunur ve doğanın çeşitli elementlerden-toprak, su, ateş, hava ve eter-oluştuğunu ifade eder. Maddi dünyanın analizine ve gerçekliğin çeşitli kategorilerle sınıflandırılmasına odaklanan bu sistem, doğanın yapısını anlamaya yönelik bir bilimsel yaklaşım sunar. Vedanta, Brahman’ın (evrensel gerçeklik) her şeyin özü olduğunu savunur ve Atman (bireysel benlik) ile Brahman arasında bir birlik bulunduğunu ifade eder. Vedanta, özellikle Advaita Vedanta (bireysel benliğin evrensel benlik ile birliği) anlayışıyla tanınır ve ruhsal özgürlüğün (moksha) nihai hedef olduğunu vurgular. Bu sistem, insanın evrensel gerçeklikle birliğini keşfetmesine ve manevi özgürlüğüne ulaşmasına dair derin bir içsel yolculuğu anlatır. Bu felsefi sistemler, Hint düşüncesinin derin bir evrimini yansıtarak, insanın varoluşu, evrenin doğası ve ruhsal kurtuluş üzerine yapılan derin sorgulamaları içerir.
Sonuç; Hint felsefesi, metafiziksel düşüncenin başlangıcıdır ve temelleri Rigveda'da atılmıştır. Bu dönem, felsefi düşüncenin evrimi ve dini metinlerin yorumlanması sürecinde birçok değişim geçirmiştir. Vedalardan Upanishadlara geçişte çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa bir dönüşüm yaşanmış, kurban ve dini ayinlerin önemi azalırken, ruhsal özgürlük ve kurtuluş anlayışları ön plana çıkmıştır. Upanishadlarla başlayan dönemde filozoflar, başlangıçta "su" ya da "sonsuzluk" gibi kavramlarla evrenin ilk nedenlerini açıklamışlardır. Hint filozoflarının çoğu, Yunan filozoflarından önce yaşamış ve bu fikirlerin gelişimine katkı sağlamıştır. Ancak Batı'da genellikle felsefenin başlangıcı Yunan felsefesine dayandırılmıştır. Hindistan'da felsefe, daha çok dini, mitolojik ve toplumsal konuları iç içe alarak şekillenmiş ve çoğu zaman dinsel yapılarla birleştirilmiştir. Felsefi akımlar zamanla dinsel bir hal almış, ancak Hint felsefesinde ateist düşünceler de oldukça güçlüdür. Hint düşüncesinin çok yönlülüğü ve zenginliği, Batı'dan daha farklı bir felsefi anlayış geliştirmelerine olanak tanımıştır. Sonuç olarak, Hint felsefesi Batı felsefesinden önce var olmuş ve çeşitli felsefi sistemlerin temelini oluşturmuştur. Bu süreçte, kavramlar zamanla değişmiş ve karmaşıklaşmış, ancak her bir sistem kendi özgün düşünce yapısını korumuştur.
Kitap, Hint felsefesinin derinliklerine inen kapsamlı bir inceleme sunarak, Batı felsefesinin egemenliğinden çıkarak doğu düşüncesine dair daha derin bir anlayış kazandırmayı amaçlamaktadır. Korhan Kaya, felsefi düşüncenin başlangıcını ve evrimini tarihsel bir perspektiften ele alırken, felsefi sistemlerin gelişimiyle ilgili zengin bilgi sunmuş, Hindistan’ın felsefik mirasını modern okura etkili bir şekilde tanıtmıştır. Kitap, sadece tarihsel bir inceleme değil, aynı zamanda Batı ve Doğu felsefeleri arasındaki köprüyü kuran önemli bir eser olarak, okuyuculara farklı düşünsel dünyaların ve kavramların anlaşılması için derin bir bakış açısı kazandırmaktadır.