

Zehra Nur Genç
JOHN START MİLL ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE
Hepimize aynı manzarayı izlemek
için farklı gözlükler verildi. Zaman ve mekan fark etmeden
bilinmeyen sonsuz olasılıkları görebilmek adına kimimiz gökyüzü kadar sonsuz
olduğuna inandığımız özgürlüğümüzü seçtik, kimimizse bileklerinde prangalar
olduğuna inandığı esaretin hüküm sürdüğü bir dünyayı görmek istedi o
gözlüklerle. Peki ya neydi insanları üzerindeki bulutların sonsuz sayıda
olduğuna inandıran ve hür olduğuna inandığı her anın, yaşamın en büyük
mihenk taşı olduğunu düşündüren?
Dünyaya adımını atan ilk insandan
beri özgürlük kavramı üzerine derin düşünceler ve hisler zuhur etmiştir.
Değişen dünya koşullarında ise bu kavram hala birçok insan tarafından felsefi
ve siyasi tartışmaların en büyük odak noktalarından biri olarak önemini
korumaktadır.
Bir felsefi terim olarak özgürlük
kavramı insanların dışsal etkilerden müstakil olarak kendi hür iradesine itaat
etmesidir. Özgürlük Üzerine adlı eseri ile toplumların fikirlerini derinden
etkileyen ve onların, hürriyet ve bağımsızlık üzerine düşüncelerine yön veren
John Stuart Mill ise özgürlüğü uçsuz bir gökyüzü olarak düşünmenin bir ütopya
ortamı yaratmaktan farkının olmadığını düşünür. Mill özgürlüğün yaşamın
vazgeçilmez bir parçası olduğunu, toplum içerisinde özgürlük anlayışının
belirli kurallar ile sınırlandırılmış olduğu fikrini savunur. Zira insanlar bir
yaşamın içerisine düştükleri ilk andan itibaren bir toplumun içinde de vücud
bulurlar ve toplumu görmezden gelerek oluşturulacak olan özgürlük
anlayışlarının her biri er ya da geç varlığını yitirecektir.
Bireyi bir toplum içinde
değerlendiren Mill bireyselliğin olmadığı hiçbir koşulda özgürlükten
bahsedilemeyeceği fikrini de kat-i surette vurgular. Bireysellik koşulunun
sağlanması için gerekli olan şey ise istenç dışı eylemlerin gerçekleşmediği bir
dünyadır. Kişilerin düşüncelerine ve eylemlerine ket vurarak yönetildikleri bir
toplumun içinde bireyselleşmeden söz edilemez. Örneğin bugün birçok devletin
demokrasi anlayışıyla yönetildiği yazıyor resmi evraklarda. Halkın kendi
elleriyle kendisini temsil etmesi adına seçtiği temsilci ise bir süre sonra
halkı yönetmek başlığı altında onları kölesi olarak görerek hür iradeyi
kısıtlayıcı eylemler icra ediyor. Bugün bile dünyanın birçok yerinde mevcut
sistemi eleştirdiği için, düşüncelerini hür bir şekilde dile getirdiği için
esarete mahkum ediliyor insanlar. Bundan yıllar önce sistemin
yanlışlarını kralın yüzüne vuran insanların giyotine vurulmasından bir farkı
kalmıyor bu durumun. Demokratik olduğunu beyan eden ülkelerin halkları ise
seçtikleri otoritenin baskıcı bir konuma evrilmesinin önüne geçemiyor. Zira bu
noktada terazinin ağır basan yanı çoğunluk despotizmi olarak karşımıza çıkıyor.
Bireylerin özgür olarak eyleme geçtikleri bir dünyadan iktidar olarak
nitelendirilen bir çoğunluğun baskısına boyun eğmek zorunda olan bir dünyaya
geçiş söz konusu oluyor. Bu durumda sorgulanması gereken en önemli nokta
çoğunluğun kararının azınlığın kararına göre daha doğru olup olmadığı sorunun
yanıtlandırılmasıdır.
2008 yılında oyuncu Aysun Kayacı
tarafından toplumda infial yaratan “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir midir?
” sorusu ise her ne kadar magazinsel değer taşıyan bir soru olarak
değerlendirilse de aslında oldukça çarpıcı bir felsefe sorusu olarak çıkıyor
karşımıza. Dağdaki çoban kişisini bir metafor olarak değerlendirmemiz gerekirse
cahil ve eğitimsiz insanların oylarının eğitimli ve siyasi hakları konusunda
bilgi sahibi olan ve yönetim biçimlerine hakim olan insanlar ile seçilecek
kişinin belirlenmesine aynı kuvvetle etki etmemesi gereklidir. Ne var ki
bu durumun önüne geçilmesi adına atılan her bir adım başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Pragmatik bir bakış açısına bağlı olduğunu düşündüğüm ünlü
düşünür Mill’in ise Özgürlük adına yazdığı her bir cümlenin arkasında büyük bir
inançsızlık beliriyor. Çünkü tasvir ettiği özgürlük ortamının oluşabilmesi için
toplumdaki her bir bireyin özgürlük, hak, hukuk adalet kavramları üzerinde
bilgi sahibi olması gerekiyor. Demokrasi bir toplumda yaşayan her bir bireyin
kendisini temsil edeceğini düşündüğü bir temsilciyi seçmesi durumunu mümkün
kılar. Cahil insanların oylarının değerlendirilmediği bir devlet ise geçmişten
günümüze kadar ki zaman diliminde varlık bulmamıştır. Yine de Mill bireylerin
fayda kazanımının olduğu özgürlüğün gerçek bir özgürlük olduğunu savunur. Ona
göre toplumun birey üzerindeki otoritesi özgürlüğü sınırlandıran bir durum
olarak değerlendirilmemelidir. Bu otoritenin sahip olması gereken bir hak
olarak değerlendirilmelidir.
Fakat bu noktada karşımıza tekrar önemli bir soru çıkıyor? Bu sınırlandırmaların boyutları kime,
neye ve hangi kıstasa göre belirlenecek? Zira şu an günümüzde bu kıstaslar her bir devlet için
farklı düzeylerde belirlenmiş durumda ve birçok devlet halklarına uyguladığı
dayatmayı otorite olarak değerlendiriyor. Bu da demek oluyor ki Mill’in
savunduğu “ özgürlüğün sınırları” kavramının arkası anlamlı kıstaslarla
belirlenmemiş olduğu için gerçek özgürlük olma potansiyeli olan bu anlayışı
Mill’in yarattığı hürriyet dünyasıyla da karşılayamıyoruz.
Sonuç olarak John Stuart Mill, bu eserle binlerce insanı özgürlük üzerine düşünmeye itmiştir. Hatta bununla da yetinmeyip pasif düşünür pozisyonundaki insanı aktif düşünür eylemci pozisyonuna aktarmak için de takdire şayan bir çaba sarf etmiştir. Düşüncelerinin dokunduğu insanlarda harekete geçme ve haklarını aramaya teşvik etmektedir.