Cafer Melik Ensar Acemi
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar
Ölümsüzlüğe erişmiş on dört farklı olayın bilinmeyen detaylarıyla işlendiği kitap, hem tarihte iz bırakan beyinlerin attığı adımların altında yatan itici güçleri görmemi sağlaması hem de detayları bir yana, kendilerinden bihaber olduğum tarihsel gelişmeleri bana öğretmesi ile bu yaz ruhumun ihtiyacı olan edebi boşluğu verimli bir şekilde doldurmama yardımcı oldu. Bir kitabı okumaya başlamadan önce yaptığım geleneği ‘İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar’da da sürdürerek kitabın kapağını açmadan önce hakkında yapılan olumlu veya olumsuz eleştirilere bir göz gezdirdim; bunu yapma sebebim, insanların varmış olduğu sonuçların tutarlılığını kitabı okurken ölçümlemek ve okuma eylemi boyunca elde ettiğim çıkarımlar ile bu sonuçlar arasında kendimin yönettiği bir münazaranın içerisine dalmaktır. Genel olarak insanlar olayların akışını okurken – belki de kitabın isminin kendilerini yönlendirmesiyle – hayalinin bile heyecanlandırmaya yettiği bütün gelişmelerin tek bir âna bağlıymış gibi aktarıldığını hissetmiş ve bundan rahatsızlık duymuşlar. Konunun daha iyi anlaşılması için bir örnek vermem gerekirse; İstanbul’un Fethi esnasında Bizans İmparatorluğu ordusunun tüm koruyucu unsurları sürekli gözetlediği bir anda birkaç Türk askerinin Bizans surlarında açık bir kapıyı fark etmeleri sonucu fethin kolaylaştığının anlatıldığı eserde, sanki fetih bu açık kapı olmasa idi gerçekleştirilemeyecekti sonucuna varmış diğer okurlar. Ancak ben şayet kitabı okumaya başlamadan önce bu eleştirileri okumayıp yalnızca kitabın akışına kendimi kaptırmış olsaydım bu detayı fark dahi etmeyecektim.
Gerçekten de kitabı okurken beni etkileyen, altını çizdiğim satırlar, ekseriyetle yazarın mucize olarak değerlendirdiği o yıldızın parladığı anlardan farklı olup o anın doğuşuna sebebiyet veren, sıradan insanların beceremeyeceği bir ustalıkla çalıştırılmış bir beynin ürettiği değeri yüksek düşünceler ve o üretime destek olan düşünce biçimleriydi. Alınmış olunan kararlar, gösterilmiş olan cesaretler veya fark edilmiş olan gizliler sahiden de kitap olmaya değecek kaliteye sahipler. Bu yüzden yapmakta olduğum incelememin de bu altını çizdiğim satırlar ve bende çağrıştırdıkları üzerinden giderek, salt bir özet değil de kendi fikirlerim ve bulgularımla donatılmış bir metin olmasını istedim.
İlk olarak bahsetmek istediğim mesele kitap süresince yazarın sürekli kullanmış olduğu “ölümsüzlük” kelimesi. Kitabın ortalarına kadar ölümsüzlük ile anlatılmak istenilenin tam olarak ne olduğunun farkına varamamışım; insanların yüksek maddi kazanç elde etme ihtimali doğduğunda kullanılan bu ölümsüzlük kelimesini, ölene dek bolluk ve el üstünde tutulma olarak yorumlamıştım. Sonsuz altın madenleri elde etme ihtimali olan Balboa veya koca okyanusa kablo döşeyerek iki kıta arası iletişimi sağlama hayalleri olan Field’a bir özür borçluyum sanırım, bu denli maddiyat düşkünlüğünün sebebi ne olabilir diye sürekli sizlere kızmakla yanılmışım. Ölümsüzlük ile anlatılmak istenen yıllar sonraya uzanabilmekmiş halbuki, tarih sahnesinden kolayca silinmemek. Kendim de bu ülküyle yanıp tutuşan biri olarak kitabın ilk yarısını sinirli bir mizaçla okurken, diğer yarısını ise böylesine değerli beyinlerden öğrenilmesi gereken çok şeyin olduğunun bilinci altında ve basit düşünmüş olma farkındalığının kattığı buruklukla okudum. Yazar önsözde bu ölümsüzlükle sonuçlanan anları Goethe’nin deyimiyle Tanrı’nın gizemli atölyesi olan tarihte bir dâhinin ortaya çıkması ve çağlar boyu kendinden söz ettirmesi olarak tanımlamış.
Kitap ile ilgili okurken sürükleyiciliğe ket vuran – en azından benim için öyle – bir meseleden bahsetmek gerekir ise her konunun açıkça ve dürüstlükle işleniyor oluşuna olan inancımı bazen yitirmeme yol açan karakterlerin iç seslerine yer verilmesi ve kullanılan söz öbeklerinin nesnel değil öznel yorumlar içermesiydi. Normalde bir metinin nüfuziyetini artıran bir edebi yöntem olan karakterlerin iç dünyalarının konuşturulması bu eser için önsözde yazarın “yapıtta yer alan tarihsel olayları anlatırken gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim” sözünün büyüsünden uyandırdı beni. Bu belki de benim olması gerekenden biraz fazla detaycı olmamdan kaynaklanıyor olabilir, bilemiyorum; ancak yine de insanların bir durum karşısında akıllarından geçen düşüncelere kitapta yer verilmesi veya bir mekânda gerçekleşen diyalogların birebir kitaba aktarılması başlangıçta sözü edilen yalnızca gerçeklerin paylaşılması düşüncesi ile çelişiyor. Öznel yorum olarak inceleyecek olursak yazar tüm kin ve nefretini Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethini anlatırken kusmuş olabilir, zira karşılıklı barış anlaşmasının imzalanmasının ardından iki tarafın da savaş hazırlığı yapmaya başlaması durumunu anlatırken yazarın kullandığı sıfatlar Fatih Sultan Mehmet için ikiyüzlü; Bizans hükümdarı için ise yüce, Hıristiyanların son umudu idi. Böyle bir taraflılık içerisinde yazılan bir metinde diğer tarihsel olaylar anlatılırken de bir iyi-kötü tanımlaması yapılmış, bu tanımlama çerçevesinde olaylar cımbızlanarak anlatılmış olabilir.
Tüm bu kafamı kurcalayan düşünceleri bir kenara bırakıp, yazara güvenerek, tarihsel olaylara dönecek olursak Balboa adındaki gözü pek bir adamın altın madenleriyle dolu rüya bir kenti arama hedefiyle yola koyulması ile başlayan ve maalesef dik başlılığı ve planlarının yolunda gitmemesi sonucu infazı ile sonuçlanan ‘Ölümsüzlüğe Sığınış’ anlatısında beni en çok düşündüren konu eski çağlarda yapılan keşifler sonucu yerli halka uygulanan işkence ve eziyetler oldu. Oldukça masum ve kendi hallerinde bir yaşantıları olan yerlilerin doğruluğu kesin dahi olmayan bir altın madeni haberi ile katledildiğini okuduğum satırlarda kendimi bir an yerlilerin içerisinde düşündüm ve insanlığın anlatmaktan çekinmediği ve hatta normal birer durummuş gibi aktardığı bu olaylar karşısında çok büyük bir acı hissettim. Yüksek güce sahip insanların kendileri kadar gelişmiş olmayan bu toplumlar karşısında göstermiş oldukları davranışlar bana eskiden gece kuşağı tartışma programlarının vazgeçilmez konularından olan dünya dışı canlıların mevcudiyeti halinde olacaklar konusunu hatırlattı, şöyle ki; gücü ellerinde bulunduranlar güçsüz olanlara karşı her türlü davranışı mubah görür iken kendi güçlerinden daha yüksek kudrete sahip olabilecek bir varlık söz konusu olduğunda bu davranışın etik olmayacağını, böyle bir durumun yaratacağı psikolojik baskının derinliğinden bahsederler. Kitapta gözünü altın elde etme hırsı bürümüş Balboa’nın yerliler ile karşılaştığında kullandığı bir teknik olan dolma tüfeğini tek bir kere ateşleyerek bu yüksek gürültü ile yerlileri kaçarken yakalaması ve canlı canlı köpeklerinin önüne yem etmesi ise az önce anlattığım durumu çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu konuya yazar da şu sözler ile değinmiş: “Koyu birer Hıristiyan olan bu insanlar, bir yandan dindarlık ve inanç bütünlüğü içinde, içten gelen kutsal bir duyguyla Tanrı’ya seslenirler, öte yandan da insanlık tarihinin gördüğü en rezil davranışları yine bu Tanrı adına sergilerler.” Balboa’nın yıldızı yalnızca kısa bir süre için parlamış olsa da Atlas Okyanusu’nu ve Büyük Okyanus’u birlikte gören ilk İspanyol, ilk Avrupalı ve ilk Hıristiyan olarak gözlerini hayata yumar; Balboa’nın bu göz alabildiğine uzanan mavi ile ilk karşılaşmasında göstermiş olduğu davranışa da değinmeden geçemeyeceğim: Okyanusu görür görmez yanına gitmek yerine, onun efendisi gibi bir ağacın altına oturarak dalgaların yükselip ayaklarının altını yalamasını bekler…
Bizans’ın fethinin taraflı bir biçimde aktarıldığını düşündüğüm için bu konuda çok fazla yazmayacağım ancak okurken gözümde canlandırdığım ve beni en çok etkileyen kısım Fatih’in Bizans surlarını yıkmak için o güne kadar eşi benzeri görülmemiş toplar döktürmesi ve bu topların sınıra taşınması için yapılan hazırlıktı: Topların sevki esnasında saldırılar düşünülerek en önde atlılar bulunmakta, arkalarında topların düzgün taşınabilmesi için yol düzeltmesi yapan binlerce işçi, onların arkalarında topları taşıyan her araba için elli çift öküz ve topların düşmesini engellemek için iki yüz insan (sağda ve solda olmak üzere) ayrıca elli araba ustası ve marangoz da yine bu kervan ile hareket ederek köprüler kurmakta ve tekerlekleri yağlamaktadır… Bir diğer eşsiz düşünce örneğine ise donanmanın karadan yürütülerek iç denize taşınmasında rastlamaktayız. Fatih’in “Eğer sakalımın bir teli bile aklımdan geçenleri öğrenmiş olsaydı, onu hemen yolardım.” sözü ile tüm bu olan biteni büyük bir gizlilik içerisinde yürütmesi ve gemiler karadan yürütülürken düşman ilgisinin farklı bölgeye çekilmesi adına sürekli top atışlarının yapılması eşi benzeri görülmemiş bir stratejik planı gözler önüne seriyor.
Georg Friedrich Handel’in borçlar içerisinde yüzdüğü ve sanatını icra etmesinin engellendiği çok zor bir dönemde tüm bunların üstüne doktorların bir daha iyileşmeyeceğinden emin oldukları felç de eklenince tamamıyla hayattan koparak ilham perilerini sonsuza dek kaybettiğini düşündüğü bir anda masasında bulduğu kendisinden bestelenmesi istenen eser ile olağanüstü hayata geri tutunuşunun anlatıldığı anlatıda tam anlamıyla hayatını işine adamış bir insanı ve düşüncelerini gördüm. Özellikle hayatının son anlarında görme yetisini de kaybetmesine rağmen yine de bu zor anlarında bestelediği parçayı yürütmek üzere konser salonuna gelmesi ve konser esnasındaki hisleri bana bir hayatın nasıl başarı ile tamamlanabileceğini gösterdi.
Kitapta sürekli bu kader anının hayatta yalnızca bir kere ele geçirildiği ve kıymetinin yalnızca gözü pek insanlar tarafından bilinebileceği mottosu işleniyor; sarhoşken bir savaş için marş yazması istenen ancak henüz kendisinde o yetkinliği görmeyen, buna rağmen sarhoşluğun verdiği cesaret ile marşı yazmayı kabul eden Rouget belki de o gece içkiyi fazla kaçırmasaydı Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın bütün cephelerinde çalınan Marseillaise marşı oluşturulmayacaktı. Bu mottonun işlendiği bir diğer örnek ise dünyanın yazgısını belirleme görevinin verildiği komutan Grouchy’dir. Kendisi hayatı boyunca elle tutulur hiçbir başarı göstermemesine rağmen yalnızca şansının yaver gitmesi ile rütbe atlamıştır. Bir gün Napolyon tarafından kendisine çok önemli bir görev verilir, ancak Grouchy sahip olduğu çekingenliğiyle ve en gerekli olduğu anda kendisini terk eden şansı sayesinde dünya sahnesinde yer edinebilme fırsatını geri tepmiş ve yazarın şu sözleri ile küçümsenmiştir: “Basiret, buyruğa boyun eğme, çaba, akıl ve sağduyu gibi bütün insanlık erdemleri, yazgıyı belirleyen o büyük anın tutuşturduğu ateş içinde eriyip işte böyle yok olur.”
Yetmiş dört yaşındaki Goethe’nin bu yaştan sonra geçirdiği buluğ çağı ile genç bir kıza olan sevdasının yazdırdığı Marienbad Ağıdı şiirinin hikayesinin anlatıldığı anlatıda, Goethe’nin şiirini not ettiği defteri ipek kırmızı bir kaplama ile kaplaması ve ev halkından bunu saklaması ile küçük bir çocuktan farksız dönemlerine geri dönmesini okumak bir hayli keyif vericiydi. Gözünün o gencecik kızcağızdan başkasını görmez duruma düşmesi ile hayattan zevk almamaya başlamasının ancak yine kendi bu dönemin yazdırdığı duygusal şiirler ile bu sevdanın bir çıkmaz sokaktan farkının olmadığının ayırt edilişi, edebi değerler bütünümüze kesinlikle büyük bir katkıda bulunmuş diyebiliriz. Goethe, bu fark edişten sonra tamamlama diye adlandırılan o ana dek yazmış olduğu eserleri bir araya getirme fikrini yeniden hayata geçirir ve hatta belki de kalemlerinden dökülen en büyük yapıtı sayılabilecek Faust’a başlar.
Bu kitap sayesinde öğrendiğim en çarpıcı gerçeklerden biri de San Francisco kentinin tapusunun yalnızca tek bir insana ait olmasıydı, ama ne insana! Ölümünden önce yıllar boyu hakkını arama cesaretini gösteren bu adam yıllarca insanların adaletsizliğine uğramış, birçoğu tarafından alay konusu olmuş. Ölürken yalnızca cebindeki dünya tarihinde bir eşine daha rastlanmayan büyüklükteki servetinin her türlü hak ve hukuka karşı güvence altına alındığı bir kâğıt parçası bulunur ve kitapta kendisine yakıştırılan tasvir ise bir dilenci ölüsü olur. Çekilen onlarca eziyet ve sıkıntı üstüne yapılan sayısız göçten sonra işlemek üzere satın aldığı topraktan altın madenleri çıkmasını kim istemezdi ki? Yıllarca emek verip işlediği ve her geçen gün emeklerinin karşılığını usul usul akan bir nehir gibi alan bu adamın kasabasına bir gün çalışanlarından birinin getirdiği parıl parıl parıldayan altın madeninin son vereceğini nasıl tahmin edebilirdi? Şu anda San Francisco olarak bilinen ve yıllar önce Johann August Suter’in tapulu malı olan yerleşkede altın madenlerinin olduğu haberi hızlıca tüm dünyaya yayılır ve dünyanın her yerinden gemiler dolusu insan bölgeye akın eder. Kurulan yerleşkeler, daha hasat edilmemiş ürünler, çalışan yerliler, makinalar ve hayvanlar gözleri dönmüş bu insanlar tarafından telef edilir. Suter ise kaçarak canını zor kurtarır ancak çocukları onun kadar şanslı değildir. Suter, yıllarca sahip olduğu kâğıt parçası ile – hatta ölümünün de yine kongre merdivenlerinde gerçekleştiği söylenir – senato ve kongre önünde hakkını arar ancak ne fayda, kimse olayların bu denli gelişeceğini tahmin edememiş; bu yüklü mirası ödeyecek tek bir şahıs dahi bulunamamıştır. Günümüze kadar da Suter’in serveti üzerinde hak iddia eden hiçbir mirasçı çıkmamıştır.
Kitapta sıklıkla rastlanan cesur insanlara bir yenisi daha Cyrus W. Field eklenebilir, çünkü kendisi Amerika ile İngiltere arasındaki uçsuz bucaksız okyanusa kablo döşenmesiyle iki kıta arasında iletişimi sağlama fikrinin mucididir. Bu öylesine kolay elde edilebilecek bir başarı değildir ve kendisini az kalsın linç edilmeye kadar değersizleştirip ilah edilecek kadar yüceltecek bir süreç sonunda başarıya ulaşır. Yaptığı başarısız denemeler sonucu emekleri ve sermayeleri çöp eden ve hatta denemelerin birinde iletişim sağlanmasa dahi başarıya ulaştığını söyleyerek halkı dolandırıp borsadan kazandığı haksız kazancı da göz önünde bulundurursak tarihte en nefret edilen insanlar kategorisine kısa bir süre için de olsa dahil edilmiş olabilir. Fakat tüm bu başarısız sonuçlar aklının bir köşesinde onu gece gündüz rahatsız eder ve en sonunda kimselerden habersiz ve tabii bu süre içerisinde gelişen teknolojinin de yardımıyla son bir deneme sonucu başarıya ulaşır ve iki kıta gerçekten de kablolar ile birbirine bağlanmış olur; telgraf ile anlık iletişim o tarih için (1866) paha biçilemez bir icat olarak ölümsüzler sahnesinde Field’a bir koltuk hakkı sunar.
Bahsini etmek istediğim ve gerçekten de bütün eser içerisinde beni en çok etkileyen ve araştırmaya sürükleyen anlatı ‘Güney Kutbu İçin Savaşım’ bölümü oldu. Bu savaş öylesine bir utku ki ulusların bundan 100 yıl kadar önce Güney Kutbu’nda yaşanabilir bir bölge kurabilme, orada yaşam var ise ele geçirme uğruna yaptıkları stratejik planları görmemi sağladı. İngiltere’den sanki Nuh’un gemisi örnek alınırcasına ağzına kadar canlı hayvanlar ile, binlerce laboratuvar malzemesi ve gıda ile dolu, kaptanlığını İngiliz Scott’un üstenliği Terra Nova adlı gemi 90. Enlem derecesine erişebilmek adına yola koyulur. Fakat sonraları acı bir gerçek ile öğrenilecek olan ikinci bir geminin de aynı uğurda yolda olduğudur, bu gemi Norveçli Amundsen komutasında hareket etmektedir. Scott kaptanlığındaki gemi kutuba yakın bir bölgede yerleşim yeri kurmaya karar verir ve böylece ortam şartlarını analiz etmek için laboratuvar kurma imkanı da doğmuş olur. Okurken bu ülkünün nasıl bir ülkü olduğunu ve kendimin de o ekip arasında olmak için neleri verebileceğimi düşünüp durdum hep, çünkü otuz kişiden oluşan bu ekip ilk defa keşfi edilen bir alanda buzlarla kaplı bir bilim merkezi kurarak bu merkezde her akşam konferanslar ve bilimsel seminerler düzenlemektedirler. Herkesin görevi ve araştırma konuları belli olup bir araya gelerek bilgi alışverişinde bulunurlar ve bu bölge hakkında bilinmeyenleri ortaya çıkarmak adına çabalarlar. Hatta bu değerli beyinler South Polar Times adında bir mizah dergisi çıkararak eğlenmeyi de unutmaz. Günler böyle geçip giderken bir gün uzaklarda bir karartı fark ederler ve bunun Norveçli Amundsen kaptanlığında yola çıkmış olan ve aynı ülküyü taşıyan bir diğer gemi olduğu çok geç olmadan anlaşılır. Bunun üzerine çalışmalar hızlandırılarak, belki de tamamlanmadan, yola çıkmaya karar verilir. Hedef 90. Enleme ulaşmak ve dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirmektir. Dahice planlanan bir yol izlenir, yol boyunca belirli aralıklarla yük bırakılarak dönüşte bu yüklere ulaşım yoluyla tekrar bulunan konuma gelme ve de yüklerin içindeki yiyecek ve yakıtı kullanarak hayatta kalma hedeflenmiştir. Scott yanında bulundurduğu deftere yaşadıklarını ve gördüklerini anbean yazmaktadır. Ayrıca o günlere ait fotoğraflara da internette kısa bir araştırma sonucu eriştim ve gerçekten okumam esnasında bu duygusal anlatının bir yandan insanların sahip oldukları o yüce uğurla hareket etmelerinin yaşattığı heyecan diğer yandan ise bu uğurda yaşanılanları Scott’un yazmış olduğu defterden kronolojik bir sıra ile okumanın yarattığı kaygı paha biçilemez bir okuma deneyimi oldu benim için. Scott ve ekibinin büyük bir ümitle – belki de sudan ve yiyecekten daha da besleyici, ısıtıcıdan ve güzel döşenmiş bir yataktan daha da iç ısıtıcı ve rahatlatıcı olan bu ümitle – bütün seyahat şartlarına rağmen eriştiği 90. Enlemde onları büyük bir sürpriz karşılamaktadır; bu, Norveçli Amundsen’in diktiği bayraktır ve yalnızca birkaç gün ile bütün bir emek ve çaba boşa gitmiştir. Scott’un anı defterine hedefe on dört kilometre kaldı “Mutluluktan uçuyoruz.” yazması her ne kadar coşturmuşsa da “Dönüş yolu gözümü korkutuyor.” cümlesiyle aslında beş kişilik bu ekibin yaşadığı ruhsal ve duygusal çöküntünün boyutlarını açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ve maalesef insan hayatında çok önemli bir rol oynayan psikolojik etkenler bu beş kişinin sahip olduğu tüm yaşam enerjisini çekip alıyor. Geri dönüşte karşı koyulamayan soğuk ve yorgunluk onları birbirlerine sarılmış bir şekilde bir çadır içerisinde can vermeye mahkum kılıyor; bu anlarda bile Scott parmakları donana dek yazmaya devam ederek anı defterinde son anında dahi kendini değil gelecek insanları düşünüyor ve son olarak yazdığı şu sözler bu hedefe neden sıradan birinin değil de böylesine yüce bir bireyin seçildiğini çok iyi anlatıyor. “Tanrı aşkına geride bıraktıklarımızla ilgilenin!” yazdıktan sonra altına “Bu anı defterini eşime gönderin!” yazar ve daha sonra “eşime” sözcüğünü çizer ve üzerine şu korkunç sözleri yazar: “dul karıma”. Böyle yoğun bir olay örgüsünden etkilenmemek elde değildi.
Toparlamak gerekirse her birinde çıkarılabilecek bir ders, bir öğüt bulunan ve kendimin de ideallerinden biri olan ölümsüzlük, tarih sahnesinde kalıcı bir yer edinme hedefi uğruna insanların neleri feda ettiğini görmem adına, düşünce biçimlerini ve bunları düşündüren dertleri fark etmem adına benim için doyurucu bir metin oldu. İnce elenip sık dokunarak tarihimizden seçilen bu nadide ögeleri bir arada sunması bence kitabı oldukça başarılı kılıyor; önemli idealleri olan insanların hayatlarında neleri yaptığını, nelerle karşılaştıklarını araştırmak istediğinizde limandan ayrılmaya korkuyor, açılıp geri dönememeyi göze alamıyorsunuz; Stefan Zweig’ın bu cesareti sayesinde on dört tarihsel minyatürün hayat tecrübelerini inceleme ve irdeleme fırsatı bulmuş oldum.