Emine Hilal Çam
YANLIŞ YAŞAMAK
Uyarı: Bu başka bir toplama kampı hikayesi olup
rahatsız edici unsurlar barındırabilir.
“hiç
mutluluğum kalmadı
ne
bıraktıysan harcadım
seni
görmeden öleceğim,
bir
daha hiç görmeden Ingre Bruckhart
zaten
kaç yıldır yaşamıyorum”
23
Ocak 2015
“Post traumatic stress disorder is diagnosed with lasting symptoms of one month”
Birçok ruhsal hastalıkta olduğu gibi, travma sonrası stres bozukluğu yaşadığınızda da bunu hayatınızın doğal bir süreci olduğunu sanıp, normal bir yaşantı sürdüğünüzü zannederek bir kabus içinde nefes almaya devam etmeniz olasıdır. Bütün umutlarınızın; sizi korkularınıza karşı güçlü kılan, sizi bu adı hayat konulmuş ortama bağlayan tek bağın, kulağınıza bir yerden çalınmış tek bir cümle olması; hayatınızı 23 Ocak öncesi ve sonrası diye parçalayan, hafızanızda, zihninizde, ruhunuzda derin yaralar açan o travmanın beraberinde bu kabusu da getireceğinin çoktan habercisidir.
“Onu Allah’a emanet ettiysem, ölmeden bir kez olsun göreceğim.” Binlerce kez tekrarladığınız tek bir kelime bir zaman sonra zihninizde anlamını yitirse de, bu gibi cümleler az evvel bahsettiğim hayat bağınızı oluşturan tek bir iplik haline geldiği anda fonetiğinden, tüm psikolojik Broca- Wernicke alanlarından kopar ve kalp atışınızın bir sesi haline gelir. Eğer bir arabanın içerisinde, genlerinizin yüzde ellisini sizinle paylaşan küçük bir erkek çocuğuyla oturuyorken; ansızın bu cümle tekrarlanmaya gerek duymaksızın tüm anlamını yitirdiyse, artık ne temporal ne de parital lobunuzun çalışma mekanizması içine düştüğünüz anlamsızlığın açıklaması haline gelebilir. Tam o sırada camdan dışarı bakıp soğuğun kaç celcius bunun da kaç Kelvin edeceğini düşünmeye başladıysanız, işlem mekanizmanızın tek görevi 30 Mart için özgürlüğünü bekleyen kamp mahkumunun o günün sonunda sonuna geldiği yaşamın sizin için uzamasını sağlıyor olmaktır. İçinizden tekaraladığınız bunun bir rüya olduğuna dair sessiz düşünceler ve ellerinize attığınız küçük çimdiklerin sizi uyandıramaz.
Ertesi sabah uyanıp size şaşkınlıkla bakan insanlara gülümseyerek kahvaltı sofrasını ne zaman hazırlayacağınızı sormanız, muhtemeln duymuş olduklarından etkilenip annesi için oyuncak kepçesiyle halıda mezar kazan küçük kardeşinizi kucaklayıp sofraya getirmeniz, artık hiçbir duyum mekanizmanızın çalışmadığının kanıtıdır. Bu sistemin çöküşü, sizi arayıp erkek arkadaşıyla tartışmasını anlatan arkadaşınızı sonuna kadar dinleyip cenaze haberini bir hoşçakal cümlesinin arkasına sıkıştırışınızın açıklamasıdır.
Psikolojide canlı bir uyarıcıya koşullanırken bu uyarıcının çevresine de koşulanır. Uyuşturucu bağımlıları, birlikte madde kullandıkları arkadaşlarını ve o odayı gördüklerinde, maddeye karşı özlemleri ve yoksunluk semptomları sivrilir. İşte bir canlı olarak; travmanın ardından travma geçmişinin yaşandığı çevreye döndüğünüzde, yoksunluk hissiyatınız devreye girecek demektır. Halıda uzanıp onunla son konuşmanızı düşünüp, ışığı kapatark sanki oradaymış gibi konuşmaya çalıştığınız anda yeni bir döngüye hoşgelmişsinizdir. Artık gece uyuyup sabah uyandığınız bu alan, acınızın bir nesnesi, yoksunluğunuzun bir uyarıcısı olmuştur.
Ne var ki davranışbilime göre canlı aynı uyarıcıya birden fazla kez maruz kaldığında buna “habitutation” yani alışma davranışı gösterir. Laboratuvar fareleri elektrik şokuna her seferinde daha az irkilme gösterirler. Evin içindeki anılarınızın nesnesi olmuş her bir uyarıcıya daha az irkilmeye başlarsınız. Diğer bir fenomen de canlının alışık olduğu uyarıcıyı bulamadığında bilişsel bir süreç dahi olmaksızın bu yokluğu fark ettiğini söyler. Anahtara her bastığında yemeğe ulaşmış fare anahtara basıp yiyecek paletini göremediğinde yadırgar. Tekrarlayarak anahtara basar. Her kimya sorusunda takılı kaldığınızda salona gidiyorsanız, artık yemek paletiniz orada olmadığı anda agresifçe anahtara basmak istersiniz. Doktor Frankl’ın deyimi ile korkunç deneyiminizi haklı çıkarmak için saldırma isteğiniz uyanır.
Deneylerde anahtara basmak yerine kırmızı noktayı gagalamak gibi bir seçeneği olduğunu fark eden güvercin kadar şanslı değilsinizdir. Ne anahtar, ne kırmızı düğme, ne bir dua yemek paletinizi yerine getirebilir. Bu noktada, yoksunluğunuzu giderecek başka bir uyarıcının olamamasının yanında ortamda bulunan diğer uyarıcılar da yoksunluğunuzu pekiştirmiş ve bir u şeması çizerek sizi kendisine alıştırmıştır. Tebrikler. Şimdi ne bir acının, ne de bir umudun muhatabısınızdır.
Bütün bunlara rağmen yarın güneşin doğacağını bilerek uyanırsınız. Aslında bu bilgi sizi rahatsız eder. Hiç uyanmamayı dilersiniz zira güneş ışığı tüm anıları ortaya çıkaran nesnelerin, mesela bir namaz eteğinin ya da kol çantasının üzerinden yansıyatacak, habite olduğunuz acıyı yüzünüze yansıtacaktır. Gelin görün ki öte yandan da geceleri rüyalarınız başka bir kaçınma mekanizmasını uyandırıyordur. Gündüz ve gece arasında, yaşamın ortasında hiçbir yerde sıkışmış kalmışsınızdır. Aslında tam da psikolojinin öne sürdüğü homoestasis buna benzemez mi? Denge durumundasınızdır işte. Ne var ki bu denge, yoksunluk dengesizliğinin yarattığı boşluktan başkası değildir.
Öyleyse sizi bir gün başarıya ulaştıran, sizi bu boşluktan kurtaran psiokolojik mekanizmayı nasıl açıklarsınız? Sizi acılı anılardan sıyırıp, gözyaşları içerisinde dahi olsa masanıza oturtan? Sizi uykusuz gözlerle kaderinize oynayacağınız kumara, tek bir kalem çizgisinin her şeyi alt üst edebileceği yeni bir yola sürükleyen; ama evde yatıp başka bir boşluğu seçmenize engel olan mekanizma?
23 Ocak 2015 itibari ile tüm Tanrı inancınını kaybetme eşiğinde durmuş ben, bu satırları yazarken, acıma habite olmuş, onun yokluğunu asla dolduramamış, sonrasında tüm ümitlerini yitirdiğini sanmış ancak bir şekilde hayata tutunmuş bulunuyorum. En başında anlamsız bir bilgisayar oyununun içerisinde düşmüşüm hissi uyandıran bu travmatik olay, artık hayatımda neredeyse minnettar olduğum bir acı haline gelmiş durumda. İnancına tutunmuş herkes için bu noktaya gelmek şüphesiz daha kolaydır zira Doktor Frankl’ın da söylediği üzere Tanrı acıları mükafatlandıracağını müjdeler. Benim içinse o sadece bana sımsıkı sarılmış, sonrasında ise birden bire cennetinden aşağıya bırakmıştır. Bu durumda acıyı anlamlandırmak için uzun süre savaş vermem gerektir. Hayatın benden beklediği onun arkasında bıraktığı o masum küçük geleceğe, oğluna, yani kardeşime anlam olmamdı. Açıktır ki onun düştüğü boşluk bedenine göre çok fazlaydı. Frank’ın göreceli acı bahsini düşününce, cüssesi büyük de olsa babamın sıklığını söylemeyi istemediğim gözyaşlarını görmek beni kendi acımdan utandırmışlığı olmuştu. Bunlara sırtımı dönüp onun arkasından gidebilirdim. Zira insanın özleyebileceği nihai hedef olan sevgi yerine başkası koyulmayacak bir hiçliğe adım atmıştı. Ancak arkamda bırakacağım diğer sevgiler ve ona kavuşacağıma dair hiçbir inancımın olmaması kendimce aziz olmayı seçme hedefimdi.
Her ne kadar başarılı olup bana bırakılmış bu iki emanete sahip çıkması görev ve anlam edinsem de Frankl’ın da dediği gibi hayatın anlamı dinamik bir değişime uğruyor, yerine yenileri geçmek yerine bir anlamlar listesi zihnimin köşesinde kendi kendine oluşuyordu. Ondan bana kalan tek hazine arkasında bıraktığı sevgilerden ibaret değildi. Hayatı süresince birçok emeğinin muhatabı da bizzat kendimdim. Bir aziz olmakla başka bir emanetine, kendime sahip çıkmış oluyordum. Bu kendince azizliği yüceltmek ve değerli kılmak benim elimdeydi zira görüyordum ki o gitmiş olsa da geride bıraktıkları; anıları, emekleri, zihnimde yankılanan cümleleri hala yaşıyordu.
Sonra bir gün gitmediğine ikna oldum. Arkada bıraktıklarıyla yaşıyordu. Fiziksel varlığının olmayışı yoluğuna denk düşmüyordu. Birden yeryüzünden silinmiş olması için hem benim, hem oğlunun hem de eşinin, onu görmüş duymuş herkesin onu hatırlamıyor olması gerekirdi. İsmini dokuduğu havlunun artık çekmeceden kaybolması, kol çantasının esrarengiz şekilde hiçbir yerde görünmüyor olması gerekirdi. O halde yaşanmışıkları kimse silemezdi. Ölen insanlar yok olmazdı. Gitmiş de olmazdı zira onları onlar yapan bedenleri değildi. Bu noktaya gelmem dört yıl dört günümü aldı.
Dördüncü yılın beşinci günü ne olduğunu söyleyemeyeceğim ancak dördüncü günü uyanmış ben ile yirmi dört saat sonrasındaki ben Maslow’un tüm basamaklarını tırmanmış ve kendini gerçekleştirme tepesinde artık yolumun neresi olduğunu anlamıştım. Kendimi kimlere adadığımı biliyordum. O seferinde ayağa kalmış olmanın aslında beni bu yolu bulduran bunca acılı sürece sürüklemesine artık bir isyan değil bir kabulleniş ile bakıyordum. Şanslıydım ki o zaman, o gün o noktada, hayatımdan değil yalnızca Tanrı’dan vazgeçmiştim. Bir an için tesadüfi, adaletsiz ve anlamsız görünmüş hayattımda kaybolmuştum. Uzunca hissedilmiş bir kaç sene süren bu kayboluşum, duygusuz değil duygusu bastırılmış beni, anlamsız değil anlamı fark edilmemiş hayatımın içerisinde bir şekilde yolumu bulmaya itmişti. Kaybolup sürüklendiğim yerde tüm bu anlamların farkına varmış başka bir ümitle bu anlamlara tutunmuştum.
Travma sonrası stres bozukluğu ileriki boyutlarda genel anksiyete bozukluğuna dönüşebilir. Hala daha bu travmanın etkisinde, bu acıların habite edip üzerini örttüğü korkularımla yaşıyorum. Ancak beni on ay öncesinden ayrı kılan, bu sefer ümidimi kaybedişimin hayat anlamımı kaybedişim anlamına gelmediği. Zira yeni anlamların hayatın getirisi olduğu bilinci, asla yitirilemeyecek bir ümittir. Evet, onu bir daha görmeden öleceğim, ancak zaten birkaç yıldır yaşamıyordum. Onu bir daha göremeyecek olmak bana doğru yaşamayı öğretti. İnsan hayatında mümkün tüm anlamların tek bir cümlenin yok oluşu ardından varlığını yitirmeyecek kadar yüce olduğunu, hayatın düştükten sonra yerde kalmakla ayağa kalkıp nereye gittiğini bilmesen de devam etmek arasında bir seçim olduğunu... Hayatın toplama kampının ta kendisi olup, aziz olmakla domuz olmanın kaderden değil seçimden ibaret olduğunu...
O,
benim Ingre Bruckhart’ım oldu. Yokluğunda öğrendim. Yanlış yaşamanın ne
olduğunu...
“yanıldıkça
lüzumsuzluğunu anlayıp insan
yaşadığından
utanıyor
dışımızda
en küstah yanlışlıklar
içimizde
en başka türlü ayıp
hep yanıldık mı kim bilir...”