Zehra Nur Genç
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR BİR KİŞİLİK: MUSTAFA İNAN
Oğuz Atay Bir Bilim Adam’ının Romanı adlı eseriyle Türkiye’nin ruhuna dokunan bir şahsiyeti -Mustafa İnan’ı- anlatıyor bizlere. İnan’ın hayatını konu alan ve biyografik roman türündeki bu eser, 272 sayfa ve bir albümden oluşmakta. Bu eser Oğuz Atayın TRT 1970 Roman Ödülü’nü de kazandığı “Tutunamayanlar” romanının ardından kaleme aldığı Tehlikeli Oyunlardan” sonra üçüncü romanı olarak karşımıza çıkıyor. Atay’ın sade ve anlaşılır bir dille yazdığı bu kitap monolog ve diyaloglardan oluşan özgün bir anlatıma sahip. Mustafa İnan’ın hayatını kronolojik olaylar dizisi şeklinde inceleyen bu kitap fakr-u zaruret içinde büyüyen bir Anadolu çocuğunun başarısını, bir bilim adamı oluşunu, zorlu mücadelelerle dolu yıllarını aktarıyor bizlere. Eserin birçok bölümünde Atay’ın bu aktarımı yapabilmek için geniş bir kaynak taraması yaptığına tanık oluyoruz.
Peki, gerek, mühendislik ilmine dair ihtisasını öğrencilerine aktarmadaki yüksek hitabet gücüyle gerekse hayat hikâyesi ile birçok insanın hayatına dokunan Mustafa İnan kimdir?
1911 Ağustosunda Adana’da dünyaya gelen Malatyalı Mustafa ikinci dünya savaşının etkilerini bizzat yaşamış, 56 yıllık hayatına nice mücadeleleri, başarıları sığdırmış nadide bir isimdir. Onun başarısı henüz çocukken ayandır. Zira küçük Mustafa’nın fen ve matematik derslerindeki başarısı birçok hocasının dikkatini çekmiştir. Hava aydınlanmadan kalkarak okulun yolunu tutan yatılı arkadaşları uyanana kadar onlardan ödünç aldığı kitaplarla ders çalışan Mustafa, öğrendiği bilgileri arkadaşlarına anlatarak çok küçük yaşlarda hoca olmanın inceliklerini anlama fırsatı bulmuştur. Zamanla Tarih, Biyoloji, Fizik, Matematik ve Edebiyat gibi birçok alana olan ilgisi artmış, bu alanlar üzerine nice araştırmalar yapmıştır. Öğrencisi Atay; Mustafa Hoca’nın bu azminin; bitmek tükenmek bilmeyen bir merak duygusundan geldiğini anlatıyor okurlarına. Zira Mustafa Hoca aklına takılan her konuyu mütalaa eder, öğrendiklerini başkalarına aktarmaktan büyük mutluluk duyarmış.
Hayatını insanlara yeni şeyler öğretmeye adayan ve bu yolda fedakârlıklarıyla birçok insanın hayatına yön veren onları değiştiren ve geliştiren biri olan Mustafa Hoca bu anlamda sabit bir portreye sığdırılamaz ve mutlaka ondan dışarı taşar. Hakikati kalbin saf aynasında bulan o büyük insan bununla da kalmamış bilgin ve bilge olmasının yanında arif olmayı da önermiştir herkese. Bundandır ki bugün birçoğumuz “hocam” diye söz ediyoruz kendisinden. Zira hayatta olmasa da bizlere miras bıraktığı değerler sayesinde hak ediyor bu unvanı. Mustafa Hoca’yı bizlerin gözünde saygın yapan ve toplumun fikir anlayışına yakın buyuran yönü ise ilim ve hitabet açısından çok yönlü ve birikimli olan kişiliğini diğer insanlardan üstün bir konumda mevzilendirmeyip araya en ince bir perde dahi koymamasıdır. Çünkü Mustafa Hoca öğrencilerini rakip olarak görüp onlara sırtını dönmeyen daima onların başarılarıyla gurur duyan nazar-ı irfan sahibi bir hoca olmuştur. Bu nedenledir ki birçok insan Mustafa Hoca’yı samimiyet ve hitabet irfanıyla tanıdıklarını, kendisine korku kaynaklı saygı ve bağlılık duymak mecburiyetinde bırakılmamış olmanın verdiği kalb-i yakınlık hissi ile doğal bir süreçte zatına derin bir muhabbet ve sevgi beslediklerini dile getirmiştir.
Bir dava adamı olan Mustafa İnan Türk toplumunun inkişaf etmesinin önündeki engelleri yarınlara bırakacağı eserler ile aşabileceğine inanmıştır ve öğrencilerini bu çizgide yetiştirmiştir. Bu kapsamda eski adıyla Yüksek Mühendis Mektebi olan İstanbul Teknik Üniversitesinde Türkiye’de ki ilk bilimsel ekolü oluşturdu. Bu ekolü oluşturmaktaki gayesi Türkiye’de ilmin mevcudiyetini muhafaza etmek ve bu toplum için ilmin istikbalini mahrum edecek her türlü etkiyi ortadan kaldırarak toplumu daima muasır medeniyetler seviyesine çıkaran bir hazine yaratmaktı. Mustafa Hoca 56 yıllık hayatını bu uğurda feda etti. Bugün binlerce insan Mustafa Hoca’nın oluşturduğu bu hazineden istifade etmektedir. Ayrıca yarattığı ekol ile yalnızca biz öğrencilerine değil “bu çocuktan adam olmaz” diyen babasına da ispatlamıştır kendisini. Ve bu devrimci ruh, batının ona sağladığı üstün imkânları reddederek kendi ülkesinin öğrencilerine hizmet etmeyi bir vefa borcu olarak bilmiştir. Öğrenmeye ve öğretmeye olan aşkı ise ölene dek varlığını sürdürmüştür.
Bir Bilim Adam’ının hayatını kaleme alan Atay ise bu kitabı Türk gençliğine armağan ederek binlerce insanın hayatına dokundu. Atay’ın kendine has üslubu ile vermek istediği mesajı okurlarına en net şekilde aktarmasına karşın, Mustafa Hoca hakkında söylemesi gereken bazı şeyleri değiştirerek aktarması ve bazı şeyleri saklı tutması ise zannımca eserin yara almasına neden oldu. Zira Oğuz Atay; bu eseri Mustafa Hocanın 56 yıllık koca bir ömrünü; onun hatalarını, noksan yönlerini anlatmadan kaleme aldı. Fakat insan dediğin kusurdan ibaret. Elbette Mustafa Hoca da kusurluydu. Her insan gibi birçok kez o da hata yaptı. Oğuz Atay ise bu hataları öğrenmeleri ve böylesine başarılı bir hocanın hatalarından kendilerine ders çıkarmaları için okurlarına bir fırsat tanımadı. Bunun yanı sıra Atay’ın; eserin birçok yerinde Mustafa Hocayı tanrısal bir idol olarak konumlandırması yani onu ilahlaştırması ve onun kusursuz olduğuna ilişkin görüşlerine yer vermesi ise kitabı ayb-nâk bir hale getirdi ve eserin gerçeklikten kopmasına sebebiyet verdi. Mustafa İnan; ortaokuldayken hocasının Mustafa varsa ben yokum demesi, buna verilebilecek en iyi örneklerden birisidir. Zira bir ortaokul öğrencisinin kendisine ders veren hocasından daha bilgili olması ve bir hocanın öğrencisi çok başarılı olduğu için ona ders vermek istememesi mübalâğalardan öteye geçmez. Bu tıpkı Atatürk’ün çocukluğunun; bazı tarih kitaplarında anlatılmasına benzer. Örneğin birçok tarih kitabı Atatürk’ün çocukluğundan bahsederken “arkadaşlarıyla oyun oynarken taşı yere düşerse almazdı, ben kimsenin önünde eğilmem derdi”, şeklinde bir takım abes ve gerçeklikten kopuk cümlelere yer verir. Yani yazarlar üstün özellikleriyle övmek istedikleri kişileri tanrı rolüne bürüyerek kusursuzlaştırmaya çalışırlar. Ne yazık ki yazarların bu tutumu okuyucu ile kendisi arasına bir duvar örmekten farklı değildir. Çünkü bu durum okuyucunun kitabın içerisindeki diğer gerçeklikleri abartı olarak algılamasına ve dolayısıyla eserin yanlış anlaşılmasına sebep olur. Oğuz Atay’ın eseri kaleme alırken ki bu tutumunun nedenini araştırdığımda eşi Jale İnan’ın; Mustafa Hoca’nın noksan yönlerini ve hatalarını kaleme almaması için Atay’la bizzat konuştuğunu ve Oğuz Atayın tüm ısrarlarına rağmen Jale Hoca’nın; eşinin kusurlarına ve hatalarına değinme önerisini reddettiğini öğrendim. Nihayetinde duruma Jale Hoca’nın gözünden bakacak olursak da kimsenin, hayat arkadaşının kusurlarını içeren bir kitabın, yayımlanmasını isteyeceğini düşünmüyorum. Sizde öngörürsünüz ki insanlar hayatını kaybeden yakınları hakkında olumlu şeyler düşünmeye her zaman daha meyillilerdir.
Elhasıl, Mustafa Hoca öğrenme ve öğretme aşkı ile birçok insana ilham kaynağı oldu. Ve Türkiye’nin nevi şahsına münhasır bir kişiliği olarak akıllarda bir mıh gibi yer edindi. Mustafa İnanın mücadeleleri ve azmi birçok gence yol göstersin.