Şeyma Erdevir
MARTIN EDEN
‘Martin Eden’ Jack London’ın 1909 yılında yazdığı yarı otobiyografik ve klasikleşmiş romanıdır. Romanda 20.yüzyıl başlarının sosyal ve ideolojik duruşunu ağırlıklı olarak görüyoruz. Gemi işçisi bir gencin aydınlanması üzerinden yaşadığı döneme yöneltilen radikal siyasal ve toplumsal eleştirelere rağmen Amerikan edebiyatında büyük ölçüde değer ve kabul görmüştür. Martin Eden’ın yazar olma yolundaki büyük çabasına şahit olurken farklı sınıflar arasındaki zihniyet ve değer farkları da gözlerimiz önüne seriliyor. Statü ve servetin hayati önem taşıdığı bu dönemde Martin Eden tutkulu bir aşık, kalıplaşmış düşüncelerin karşısında duran, daima sorgulayan ve çıkarına ters düşse düşündüklerini cesurca dile getiren aykırı bir genç adamdır. Martin başarı ve refahın sosyal sınıf farkıyla sınırlandırılamayacağının bir kanıtı olmaya çalışırken ideallerine giden yolda birçok muazzam hayal kırıklığına uğruyor. 1800’lü yılların ikinci yarısında ve ABD’de başlayan hikaye ile London kapitalizmin etkilerinin en yıkıcı olduğu ve bu sömürü düzenin yoksul kitleleri ezip geçtiği yılları gayet çıplak bir anlatımla okuyucuya sunuyor. Genç adam, Martin, zengin bir hanımefendi olan Ruth ile karşılaşır ve ona aşık olur. Ancak bu duygulara değil, daha çok hırslara dayanan bir aşktır. Öyle ki eğitimsiz bir işçi olan Martin’e bu uğurda başarılı ve rafine bir yazara dönüştürecek mücadele gücünü vermiştir. Ruth güzelliğiyle, aldığı eğitimlerle ve içinde doğup büyüdüğü çevre ile Martin’den öylesine farklı ve öylesine uzaktır ki Martin’in dünyasında kısa sürede melekler katına çıkacaktır. Martin ilk olarak kızın maddi seviyesine değil de kültürel seviyesine ulaşmayı hedeflemiştir. Burada yine dönemin capitalist dünya görüşünün sınıflar arasında katı çizgiler çektiğini hissetmek mümkün. Günlerce kendini kütüphaneye kapatan Martin bütün zamanını okumaya verir ve nihayetinde yazar olma kararı alır. Bu kararında edebiyat aşkından ziyade, yazarak zengin olabileceğine inanması belirleyici oluyor. Büyük bir sabırla üretiyor Martin, makaleler, hikayeler, şiirler yazıyor. Ancak ne ürünlerini gönderdiği gazete ve dergilerden olumlu bir geri dönüş alır ne de sevdiği kadından, uğruna tüm hayatını değiştirmek için canla başla çalıştığı kadından. Neyse ki aralarındanki sınıf farkına ragmen Ruth ile aralarındaki ilişki kopmamış, hatta günden güne güçlenerek karşılıklı bir aşka dönüşmüştür. Ruth onu bu hevesten vazgeçmesi ve para kazanabileceği bir meslek olan gazeteciliğe geçmesi için ikna etmeye çalışır. Martin ise bunu ısrarla reddeder. Bütün zorlukları göğüsler ve bir gün gerçekten istediği gibi kendini edebi çevrelere Kabul ettirir. Bu başarısıyla birlikte zengin çevreler tarafından da ilgi gören bir insane dönüşür ve sevgilsiyle arasındaki tüm engeller bütün bunlarla birlikte aşılmış olur. Tabii ki görünürde…
İlk bakışta yerli ve yabancı sinemalarda sık rastladığımız ‘’zengin kız fakir oğlan’’ hikayeleri gibi görülse de Martin’in hikayesi asıl buradan itibaren başlıyor. Bir zamanlar değer görmeyen yeteneğinin önünde ancak başarı, ün ve para kazandıktan sonra saygıyla eğilen burjuva sınıfının iki yüzlü değerleri ile yüzleşen Martin git gide bütün bunlardan tiksinti duyar. Hayallerine ulaşmak için sebatla yürüdüğü yolun sonu muazzam bir hayal kırıklığıdır. Daha acısı, artık ekmeğini kas gücüyle kazandığı günlerdaki tutkulu kişiliğine karşı da büyük bir özlem duymaktadır. Büyük bir mücadele vermis ve Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiştir artık ancak o rüyadaki tasvirin cenneti değil cehennemi anımsattığını farketmiştir. Elde ettiği başarıyı ve ünü büyük bir hayal kırıklığı ile karşılan Martin artık geri de dönemiyordur.
Ün ve para boyutunda yükselen Martin’in bir yandan da zihinsel boyutta yükseldiği şahit oluyoruz. Esas mesele de bu aslına bakarsanız. Yani başka bir değişle Martin’in aydınlanması. Bu zihinsel yükseliş süreci üzerinden de döneme radikal siyasal ve toplumsal eleştiriler getiriyor London. Edebiyat dünyasındaki iktidar yapının piyasayı nasıl oluşturduğunu anlatırken bugünün edebi üretim ve tüketim anlayışına bile ışık tutabiliyor.