HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Sevgili öğrencimiz Deniz Arslan'ın Edward W. Said'in "Şarkiyatçılık" adlı eseri üzerine kaleme almış olduğu yaz makalesini sizlerle paylaşıyoruz.


"ORYANTALİZM" İNCELEMESİ VE BUNUN

TÜRK AYDININDAKİ YERİ ÜZERİNE

 

ÖZET

 

Edward Said’in, Batı’nın Şark ve Şarkiyat tanımı üzerine getirdiği eleştirel bakış açısının incelendiği bu yazıda; Şark’ın şarklaştırılma sürecinde akademik çalışmaların, yazın çevresinin ve medyanın etkisi ile birlikte Şarkiyatçılık fikrinin Türk düşünce tarihindeki yeri ve Türk aydınının Doğu-Batı düzleminde kendisini konumlandıramama durumundan kaynaklanan sancılar ele alınmıştır.

 

Anahtar kelimeler: Edward Said, Şarkiyatçılık, Doğu-Batı, Türk aydını.

 

 

İngiliz ve Fransızların kendi aralarında Orta Doğu’yu gizlice paylaştıkları Sykes-Picot Antlaşmasını hepimiz biliriz. Günümüz Orta Doğu haritasını gözümüze getirdiğimizde özellikle Akdeniz’e kıyısı olan (Cezayir, Mısır, Libya) ve hemen güneyindeki ülkelerin (Nijerya, Çad, Sudan...) bir cetvelle paylaştırılmış sınırlarının kesin, düz ve dışsal olan yaratıcı güç tarafından çizilmiş olduğu hissini şarkiyatın bütün yapı taşlarında hissederiz.

 

Yüzyıllardır Batı’nın yarattığı bu kurgusal düzlemde süregelen şarkiyat çalışmalarına farklı bir bakış açısı ve eleştiri getiren Edward Said’in böylesine meşakkatli bir işe girişmesindeki temel öncülleri ele alalım. Filistinli bir Hristiyan olmakla birlikte aynı zamanda Batı’nın eğitimini, sistemini ve zihnini görebilme fırsatına erişebilmiş Said; Şark’ı ne Şark’ın içerisinde bulunan bireyler gibi algılamış ne de dışarıdan kendi imgesel düzlemlerinde yargılayan ve yaratan Batı gibi algılamıştır. Bununla birlikte iki İngiliz sömürgesinde (Filistin-Mısır) geçen çocukluk yıllarında oluşan-oluşturulan Şarklılık bilinci esasa alınarak kitabın ortaya konmasındaki kişisel boyutu da öncül olarak ele alınabilir. Bu durumda Said’in eleştirel irdelemesinin hareket noktası temelde kişinin, kendisinin ve kendi gibi olanların gerçekte ne olduğunun bilincine varmasıdır. Bir diğer öncülü ve amacı da Batı’nın ötekiler için yarattığı, adlandırdığı ve anlamlandırdığı “muhtaç psikolojisi”nin yalnız Şark toplumlarının uyanması ve bilinçlenmesi gereken tehlikeli bir oyun değil, üçüncü dünya ülkelerinin de parçası oldukları bir oyunu hissettirme ve gösterme gayretidir.

 

Şarkiyatçılık, Batı’nın kendisini dünya üzerindeki yerini konumlandırma çabasından ve ihtiyacından ortaya çıkmış bir olgudur. Bu nedenle bir bakıma Şark, Avrupa’nın tanımlanmasına; kendi varlığını ve mevcudiyetini kazanmasına ve bunu gösterebilmesine yardımcı olmuştur. Batı’nın sürekli üzerinde durduğu, “Şark bize muhtaçtır.” olgusunun temelinde de Batı’nın Şark’a muhtaçlığı yatmaktadır. Çünkü bir şeyin zıddı olma durumu kendisini kendisinden daha çok zıddına bağlar.

 

Bu durumda şarkiyatçılık bir Avrupalının hülyası olmaktan çok üzerinde önemli yatırımların yapıldığı, yaratılmış ve sistemli gelişime sahip bir kuram olarak ortaya çıkar. Ortaya atılan bu kuramda Batı’nın, Şark’ı hareketsiz bir doğa olgusu olarak incelemesini şarkiyat çalışmalarının büyük bir eksikliği olarak görür Edward Said. Çünkü Şark da Batı kadar somut, gerçek ve mevcudiyeti olan bir bütündür.

 

Edward Said’e göre şarkiyat, Şark ve Batı’nın ontolojik ve epistemolojik ayrımıdır. Bundan dolayıdır ki Şark, şarkiyatçılıktan bağımsız bir düşünme alanına sahip değildir. Kitabın “Şarkın Şarklaştırılması” bölümünde de değinildiği gibi “Şark, Şarklı kılınabilmesi için Şarklaştırılmıştır.”

 

Şarkiyatçılığın bunu yaparkenki en temel koşulu ise Şark’ı dışsallaştırarak ele almaktır. Yani şarkiyatçı, Batı için Şark’ı konuştururken Şark’ın tümüyle dışında ve uzağında kalmayı tercih eder. Bu da Edward Said'in akademik çalışmalarda çekindiği iki noktayı -çarpıtma ve eksik anlatımı- doğurur.

 

Doğu’nun Batı için hep bir tehdit ve tehlike teşkil etmesinin sebeplerini sıraladığımızda Batı’daki Araplara ve İslam’a karşı oluşan ön yargıların yanında senelerdir süregelen Araplar ile Siyonizm arasındaki savaşı ön plana koyabiliriz.

 

Şarkiyatçıların kanısında dünya (burada kastedilen bütün bir dünya değil yalnızca Avrupa’dır); Şark bağnazlığı, gericiliği ve tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ve bu tehlikeli Şark’ı denetime tabi tutma sorumluluğunu Batı üstlenmelidir. Batı’nın Şark üzerindeki hâkimiyeti ve denetimi bilgi ile sağlanacaktır. Bu noktada Edward Said, bizi, 1910 Avam Kamarası’nda Balfour’un Mısır hakkındaki konuşmasına götürür (s. 42-43):

 

“Mısır uygarlığını herhangi bir ülkenin uygarlığından daha iyi biliyoruz… Mısır uygarlığı, altın çağını çoktan gerilerde bırakmıştır… Doğu’daki Şarklıların tüm tarihine bir göz atın, kendi kendine yönetmenin izine rastlayamazsınız. Bu uluslardan hiçbirinin bizim kendi kendini yönetme dediğimiz şeyi kendi talebiyle getirdiğini göremezsiniz.”

 

Balfour’un bu sözlerinde Bacon’ın, bilgi ile güç fikrinin egemen olduğu görülmekle beraber Şark’ın, kendisini yönetebilmekten aciz bir yapı ve kendilerinin bağımlı bir ırk olduğunun altını tekrar tekrar çizdiğini görürüz. Balfour, Mısırlılar veya Şarklılar adına konuşurken bir Şarklının kendisini bütün bir Şark adına ifade etme özgürlüğüne izin vermez. Çünkü söylemlerine karşı gelecek olan her fikir bütün bir dünya için tehlike barındırır. Avam Kamarası’ndaki konuşmasıyla Balfour, Mısır’ın kendileri için bir sömürge değil, medeniyeti ve uygarlığı getirmelerinin zorunlu olduğu bir bölge olarak ele almasıyla Batı emperyalizmini aklamaya çalışmıştır.

 

Şarkiyatçılığın temel dayanak noktalarından bir diğeri de Şarklı ve Avrupalı zihinleri, kişilikleri karşılaştırmak ve farklılıklarını ortaya koymaktır. Sir Alfred Lyall ve Crommer gibilerin deyimiyle “Avrupalı mantıkçıdır, doğası gereği kuşkucudur, bir önermenin doğruluğunu kabul etmezden önce kanıt ister. Öte yandan Şarklı mantıksız, simetriden yoksun, ahlaksızdır (günahkâr).’’ Kısacası Avrupalı bütün normallikleri temsil ederken Şarklı, bütün anormallikleri bünyesinde barındırır. Şark’ın coğrafyasını, zihniyetini, kişiliğini baştan yaratan böylesi bir güç ile karşı karşıya kalan Şark inandırılmak istenene kendisi de kandığı için bu doğrultuda ilerleyerek denilenlerin aksine bir tutum sergilemek veya kanıtlamak gayretinden uzak durmuştur.

 

Edward Said, eserinde şarkiyatçıları eleştirdiği kadar bu çarpıtılmış bilgiler yığınının oluşmasına alan tanıyan bütün Şark aydınını da ciddi eleştiri süzgecinden geçirmektedir. Bu olguyu kıran istisnai Şark araştırmacılarından Anwar Abdel Malek’in Şarklaştırılmış Şark’ını eserinde özellikle incelemeye alan Edward Said, Şarklının hep bir ötekilik damgası yediğini ortaya koyar. Dolayısıyla Anwar Abdel Malek’in de bahsetmek istediği durum tam da budur. Artık Şarklı kendisine bile yabancılaşmış bir varlık olarak karşımıza çıkar.

 

Öte yandan Kissinger'in gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler ayrımının yanında Glidden’in Araplar hakkındaki kişilik tahlilleri, batı ile şark değerlerinin ne kadar farklı olduğunu her fırsatta okura veya Batı’ya dayatılır. Glidden’e göre Arap, intikam duygusundan haz duyar ve bunu gerçekleştiremediği takdirde de benliğini çökertecek bir utanç ile karşı karşıya kalır. Kabile toplumundan gelen Araplar için doğal durumun barış değil çatışma olduğunu bu nedenle kaosun daima yaşamına güç veren etmenlerden biri olduğunu ileri sürer.

 

Şarkiyatçılık yalnızca akademik veya siyasi çevrelerde dallanıp budaklanarak kendisini göstermemiş, aynı zamanda film-sinema dünyasında, reklamcılıkta, müzikte, edebiyat çevrelerinde de kendi yerini bulmuş ve buralardan beslenmiştir. Victor Hugo’nun Şarklı Kadınları’nda, Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’nda, Flaubert’in Doğu Seyahati’ndeki “Küçük Hanım” bölümünde Batılının Şark dünyasına ilişkin tahayyülüne şahit oluruz.

 

Flaubert’in “Küçük Hanım” bölümünden bir kesit: “Doğulu kadın bir makinedir; başka hiçbir şey değildir. Bir erkekle bir başka erkek arasında hiçbir ayrım yapmaz.”

 

Şark kadını, eril bir hayal gücünden çıkma yaratıklar olmakla birlikte şehvetin ve cinselliğin simgesi hâline gelmiştir. Kapalı kapıların arkasındaki Şark dünyasını resmetme biçimleri aradaki imgesel uzaklığın artmasıyla birlikte yazarların söylemlerinde daha da yoğunlaşan ve ileriye götüren bir tabloyla karşılaşırız. Özellikle harem gibi sadece zihinlerinde ulaşabildikleri bölgeler hakkında türlü türlü hikâyeler yazılmış ve resimler çizilmiştir; bunun en güzel örneklerinden birini de ressam Jean-Auguste-Dominique Ingres vermiştir.

 

Zamanla Batı tarafından birçok nesneye, yere, zamana biçilen ve kişilere atfedilen roller, yüklenen anlamlar nesnellik kazanmıştır. Böylelikle Batı, gerçek Şark’ı değil kendisi tarafından şartlandırılmış Şark’ı incelemeye almıştır. Şark’ın Şarklandırılma sürecini Atina oyunlarına kadar götürebiliriz. Bu oyunlarda Avrupa daima güçlü, dillendirilmiş olandır; Asya ise bozguna uğrayan, uzakta, belirsiz kalandır.

 

Şarkiyat çalışmaları çevresinde özellikle saygın genel kültür tarihçileri olarak bilinen akademisyenlerin bile ele aldıkları konunun dinî-siyasal kültürü kapsadığı kadar insanbiçimci bir soyutlama olarak ele alınması gerektiğini görmezden gelmesi; İslam hakkında köklü ve olumsuz genellemeler üretmenin mümkün ve caiz kılınmasına yol açmıştır. Özellikle Müslümanlar tarafından rol model olarak alınan ve kutsal olan Hz. Muhammed’i, Şark toplumlarının gericiliği ve bağnazlığının sebebi olarak görmekten ve suçlamaktan kendilerini alıkoyamamışlardır. d’Herbelot Şark Kitaplığı’nda, Hz. Muhammed’i, sapkınlığın yaratıcısı ve sahtekârlıkla tanımlamış, onu kötücül düzlemlerinde somutlaştırarak birer ansiklopedi maddesine dönüştürmeyi hedef almıştır. Böylelikle adlandırılma, tanımlandırılma ve somutlaştırılma ihtiyacıyla birlikte okura sunulan Hz. Muhammed'in kutsallığı, şarkiyatçı tarafından yitirilir.

 

Dante’nin “Cehennem”inde Hz. Muhammed’in durumu çok daha vahimdir. Cehennem’i katlara bölen Dante, Hz. Muhammed’i, rezillik ve ayrılık tohumlarını atan, kötülük hiyerarşisinin en üstünde konumlandırır. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in çekeceği ceza da çok ağır olacaktır. Dante’nin deyimiyle Hz. Muhammed’in cezası “Sonsuza dek tahtaları ayıran bir fıçı gibi çenesinden makatına ikiye yarılmaktır.”

 

Dante, böylesine bedbaht bir cezayı hak eden Hz. Muhammed’in dininden gelen, Batı’ya yön vermiş, Rönesans ve Aydınlanma çağının başlamasına vesile olmuş İbn Sina, İbn Rüşd gibi Orta Çağ İslam âlimlerini ve Sokrates, Platon, Aristoteles gibi düşünürleri de cehennemin ilk katına yerleştirmiştir. Dante, onların büyük erdemlerine ve icraatlerine hayrandır; fakat Hristiyan olmadıklarından ötürü onları da cehenneme almak zorunda kalmıştır.

 

Batı’nın, Modern Şarkiyatçılık ile birlikte Hz. Muhammed’i ele alma biçimleri de değişmiştir. Artık Gibbon gibi araştırmacılar için Muhammed bir efsane veya şehvet düşkünü, sahtekâr olmaktan çıkmış daha mantıksal düzlemde irdelenerek ve objektifliğin daha ağır bastığı bir Muhammed portresi çizilmiştir.

 

Edward Said, 19.yüzyıl ile birlikte hız kazanan şarkiyat çalışmalarının Şark’a olan getirilerini yadsımaz ve bunu dile getirmekten geri durmaz. Bu dönem Batı’da eğitimi verilen dillerin, çevrilen eserlerin sayısı arttırılarak Şark’a alanında yetkin araştırmacılar vermiştir. Edward Said, şarkiyatçılık konusunun her iki uç kısmından gelebilecek eleştirileri ön gördüğünden, daha kitabının ilk sayfalarında şarkiyatçılığın ne olduğu ve ne olmadığı konusunda okurunu aydınlatır. 1995 baskısının son sözünde de gelen eleştirilere ithafen daha öncesinde belirttiği, şarkiyatçılığın ne olduğu ve olmadığı konusundaki söylemlerini hatırlatma ihtiyacı güder (s. 21-22):

 

“Şarkiyatçılık, kültürel araştırmalar ya da kurumlar tarafından edilgence yansıtılan salt siyasal bir konu ya da alan değildir; şark, hakkında yazılanlardan oluşmuş geniş sınırları belirsiz bir metinler yığını da değildir; şark dünyasını baskı altında tutmaya yarayan çirkin bir batı emperyalizmi tezgâhının temsilcisi, ifadesi de değildir. Daha çok, jeopolitik bilincin araştırma metinlerine, estetik, iktisat, sosyoloji, tarih, filoloji metinlerine dağılımıdır; yalnızca temel coğrafi bir ayrımın değil, araştırmaya dayalı buluş, filolojik yeniden yapılandırma, psikolojik çözümleme, manzara betimi ile sosyolojik betimleme gibi araçlarla şarkiyatçılık tarafından yaratılıp kalıcı kılınan bir çıkar öbeğinin de işlenip inceltilmesidir.” 

 

18. yüzyılda Napolyon’un Mısır Seferi ile birlikte bir akım hâline gelen şarkiyatçılık, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Disraeli’nin tanımı ile bir meslek hâline gelmiştir. Deyim yerindeyse Napolyon’dan sonra Batılılar için Şark artık bir hac yeri hâline gelmiştir.

 

Chateabriand, Lamartine, Lane gibi Şarkiyatçı yazarların Şark gezilerinde; Doğulu gelinin peçesi, akıl sır ermez Şark hakkındaki tespitlerinden kesitler:

 

“Özgürlük hakkında hiçbir şey bilmiyorlar; keza edepten yoksunlar: Tanrıları kudret. İlahi adalet getirecek fatihlerden uzun süre yoksun kalırlarsa, önderi olmayan askerlere, yasasız kalmış yurttaşlara, babasız ailelere dönüyorlar.” (s. 184) - Chateabriand

 

“Bu Arap diyarı mucizeler diyarıdır; görülmeyecek şey yoktur burada, yeri geldiğinde tüm budalalar, tüm yobazlar birer peygamber olup çıkabilirler bu diyarda.” (s. 190) - Lamartine

 

Lane’in durumu biraz daha farklıdır çünkü Şark seyahatlerinde iki tarafın da güvenini kazanma -Şarklı olan ile ahbaplık kurmaya, Batı’ya ise güvenilir ve yararlı bilgiler verme-güdüsünü taşır.

 

Şarkiyatçılık, yetkinlik alanını genişletebilmek adına G. Bell, T.E. Lawrence, S.t. John Philby gibi imparatorluk ajanlarını oluşturarak şarkiyat çalışmaları adı onları altında Şark’a yollar. Burada Lawrence’in tespitleri ve söylemleri incelenmesi gereken bir noktadır (s. 253): “Niyetim yeni bir ulus yaratmak, yitip gitmiş bir etkiyi tazelemek, yirmi milyon samiye millî düşüncelerinden oluşan bir düşler sarayı kurmaları için ilham alacakları bir temel sunmaktı… Eğer doğuya yeniden biraz özsaygı, bir amaç, idealler verdiysem, eğer beyazın kızıl üzerindeki alışılageldik egemenliğine daha da acillik kazandırdıysam…” Burada altının tekrar tekrar çizilmesi gereken “beyazın kızıl üzerindeki egemenliğine acillik kazandırmak” cümlesinin şarkiyatçılık adı altında sömürgeciliğin nasıl da meşrulaştırmaya çalışıldığını görüyoruz.

 

Meşrulaştırmaya gidilen bu yolda birçok şarkiyat araştırmacısı, Şark’ı çarpıtarak anlatma gafletine düşmüşlerdir: Cambridge İslam Tarihi Ansiklopedisi’nin İslam’ı kökten bütünüyle yanlış temsil etmesi; Profesör Gil Carl Alroy’un “Araplar Barış istiyor mu?” başlıklı makalesinde Araplar için kullandığı, “Araplar İsrail'i yıkmak istiyor, Arapların fikri neyse zikri de odur.” şeklinde kesin yargılara ulaşması, Arapların mücadele edilmesi gereken bir salgın hastalığa benzetilmesi gibi örnekler çoğaltılabilir. 

 

Şark’ı küçük ve hor görme çalışmaları bunlarla da kalmaz: Bernard Lewis’in, İslam’da Devrim Anlayışları denemesinde devrim (Arp. savra) kelimesinin Arapçada “s-v-r” kökünden geldiğini ve “devenin kalkması, tahrik olmak, heyecanlanmak” gibi anlamlarla ilişki kurmasının altında yatan küçümseyici tavrı görürüz. Arapların yapacağı devrimin “bir devenin yerden kalkması” kadar basit bir şeye indirgenmesi veya Flaubert’in Şark direncine, Şark ile cinsellik bağlamında ilişki kurarak açıklık getirmesi Batı’nın Araplara veya Şark’a ne denli yukarıdan baktıklarının göstergesidir. Flaubert’e göre Orta Doğu, “her bakirenin yapacağı gibi direnç gösterir ama eril araştırmacı görevin külfetine rağmen, Gordion düğümünü açarak, düğüme nüfuz ederek ödülü kazanır” (s. 323). Böylesine bir benzetme bile Batı’nın daima Şark için eleştirdiği “ataerkil zihniyetin” nasıl da kendisinde peyda olduğunu okuyuculara gösterir.

 

Kipling’in, “Bu yol Beyaz Adamların aştıkları yol / Bir diyarı arıtmaya giderken arşınladıkları yol” (s. 238) dizelerindeki ırkçı yaklaşım, şarkiyat alanının hiç de masumane olmayan yanını bizlere gösterir.

 

Avrupalıların bu ötekici tavrı karşısında George Orwell’in şu sözleri de Batılının, Şarklıyı bireysellikten uzak-soyut ve imgelem olarak algılamasının tespitidir (s. 263): “Tüm sömürge imparatorlukları bu gerçek üzerine kuruludur aslında. İnsanların yüzleri kara-ne kadar da çoklar! Sahiden sizin etiniz gibi mi etleri? Adları da var mı? Yoksa arılar ya da mercan sinekleri kadar bireysellikten uzak, bir tür ayrımlaşmamış kara malzemeden mi ibaretler sadece?” 

 

Araplar veya Doğulular medya aracılığıyla dünyaya bir birey olarak değil, daima sefaleti ve çağın gerisinde kalmışlığı simgeleyen topluluklar, kalabalıklar bütünü olarak gösterilmiştir. Edward Said’e göre Şarkiyatçılık; Şarklıları bir insan olarak değil, çözümlenecek, sınırlanacak bir sorun olarak incelediği için araştırdıkları konunun en nihayetinde insan deneyimi olduğunu görememe kusurunu işlemiştir.

 

Bütün bunlara karşılık kitabın 2003 basımının ön sözünde de belirttiği gibi Edward Said’in, Şarkiyatçılığın Şark’ı karşısında savunduğu veya önerdiği “gerçek” bir Şark’ı yoktur. Yazısı boyunca da vurgulamak istediği nokta, öteki halkların ne olduğu veya ne olmak istediklerine, hayalleri adına gitmek istedikleri yolu seçme özgürlüğüne saygı duyulması gerektiğidir.

 

Arapça, Japonca, Almanca, Portekizce, İtalyanca, Lehçe ve Türkçe gibi birçok dile çevrilen Edward Said’in Oryantalizm’i, Doğu’yu ve Batı’yı bünyesinde barındıran Türkiye için de çok ses getiren kitaplardan biri hâline gelmiştir.

 

Oryantalizm’de, Doğu’nun ve Batı’nın jeopolitik konumu bakımından en stratejik bölgelerinden biri olan Türkiye’nin spesifik olarak ele alınmaması Türk aydınları tarafından eleştirilmiştir.

 

Edward Said’in Şark toplumları için üstlendiği görevi bizde Cemil Meriç Bu Ülke’si ile birlikte üstlenmiştir. Cemil Meriç, bu kitapta Türkiye’nin Batı karşısındaki konumunu ve Türk aydınının bu konum karşısındaki tepkilerini irdelemiştir. Said ve Meriç’i ortak paydada buluşturan en dikkate değer özellik, ikisinin de Batılı eğitim sürecinden geçmiş olmasıdır. Cemil Meriç, Antakya’da Fransız eğitim sistemini alarak Batı’nın zihniyetini teorik düzlemde alırken en nihayetinde bulunduğu bölgenin Doğu kültürünü de pratikte görerek, izleyerek almıştır. Bu her ikisine de tanık olma durumu, onun Bu Ülke’sini oluşturmuştur. Türkiye’deki Doğu-Batı sorunu kimi zaman sağ-sol kimi zaman modern-muhafazakâr çatışmaları gibi türlü türevleriyle Türk toplumunun karşısına çıkmış ve çıkmaya devam eden, çözülmesi gereken fakat çözülemeyen önemli bir konudur. Türkiye’nin, çıkarlar doğrultusunda bazen Doğu bazen Batı kabul edilmesi haklı olarak Türk insanının zihniyetini de ikilemde bırakmıştır. Kendisini bir türlü bir düzleme oturtamayan Türk toplumuna ‘şu’ veya ‘bu’ düzlemine oturtma zorunluluğunun olmadığını, hâlihazırda zaten kendisine ait bir düzlemin bulunduğunu ve tek yapması gerekenin kendisine yabancılaşmamak olduğunu anlatmaya çalışmıştır.

 

Batı’nın kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı Doğu’yu, Cemil Meriç ve Edward Said’den çok önce eleştiren, kaleme alan Namık Kemal’in “Avrupa Şark’ı Bilmez” makalesi ve Fransız düşünür Ernest Renan’ın İslam ve Bilim konferansında savunduğu “İslamiyet terakkiye manidir.” düşüncesine karşılık da “Renan Müdafaanamesi” ile Osmanlı münevverlerini aydınlatmaya çalışmıştır.

 

18. yüzyıl ile birlikte yüzünü Batı’ya dönen Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma sorunu, kendisinden sonra gelen Türkiye devletine sosyal, siyasi ve tarihsel açıdan miras bırakılmış bir zihniyet sorunudur.

 

Atatürk’ün 20 Mart 1923 tarihinde Konya’da gençlerle yaptığı konuşmasından bir kesit:

 

“Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır; lâkin kendimizi bilmeyiz… Münevverlerimiz, milletimi en mesut millet yapayım, der. Başka milletler nasıl olmuşlar, onu da aynen öyle yapalım, der. Lâkin düşünmeliyiz ki böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan şey, diğer millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şerait birini mesut ettiği hâlde, diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim; lâkin unutmayalım ki asıl temeli, kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”

 

“Kendi içimizden çıkarma mecburiyeti” ifadesi, durumun ciddiyetini ve mahiyetini çok net bir şekilde açıklamaktadır.

 

Türkiye’de Şarkiyatçılık, İrvin Cemil Schick’e göre kendisini üç şekilde göstermiştir: Birincisi, Türkiye’yi Avrupa ile özdeşleştiren ve Türkiye'nin doğusunda ve güneyinde kalan ülke ve kültürleri homojenleştirip küçümseyen taraf; ikincisi, Türkleri Batılılaşmış medeni azınlık ve henüz Batılılaşamamış ilkel çoğunluk olmak üzere ikiye ayıran ve ikinci grubu muasır medeniyet seviyesine çıkartmayı birinci grubun misyonu addeden bir çeşit dâhilî sömürgecilik ve son olarak üçüncüsü, Avrupa’nın Türkiye’ye olan bakışını sahiplenerek ticari kültürel veya siyasi sermaye sağlayan bir nevi oto-oryantalizm şeklidir.

 

Oto-oryantalizm, kişinin kendine yönelik şarkiyatçılığı genellikle stratejik veya taktiksel amaçlarla benimseyip kullanmasına verilen addır; Schick’in deyimiyle “ötekiliğin pazarlanması”dır. Örneğin turistik mekânların, yabancıların beklentilerini teyit edecek şekilde döşenip süslenmesi -harem, binbir gece masalları konulu temalar- suretiyle turistlere gerçek Türkiye’yi değil, hayallerindeki Şark’ı sunması. Fakat bunların hepsinden öte bütün bir yazı boyunca belirtilmek istenen ana düşünce ötekileştirilmiş halkların aydınlarının da kendi halkına yabancılaşması durumudur. 

Bunu da kanımızca en iyi açıklayan Yakup Kadri'nin Yaban romanındaki Ahmet Cemil karakteri olmuştur (s. 111):

 

“(...) Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

 

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin. Onu, hayvanî duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir hâlde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

 

 

KAYNAKÇA

 

Edward Said, Oryantalizm, Batı’nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ünler, İstanbul: Metis Yayınları, 2003.

 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.

 

Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.

 

Ali Şükrü Çoruk, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Sosyal Bilimler Dergisi, cilt: IX, sayı: 2, Aralık, 2007, s. 193-203.

 

İrvin Cemil Schick - Kemalizm, Şarkiyatçılık, Garbiyatçılık: https://www.youtube.com/watch?v=mDMtOZyuW3M

 

https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/konya-gencleriyle-konusma

Sayfayı Paylaş :