HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Furkan Elmas

Sömürgecilik, artık hayatımızın bir parçası değilmiş gibi görünen ve sadece tarih ders kitaplarında ismine rastlanan Avrupalıların ele geçirdikleri yerlerin hem insanından hem de kaynaklarından zalimce yararlandığı bir döneme atıfta buluna bir kavram olarak bilinir. 16.yüzyılda Avrupalı Devletlerin coğrafi keşifler aracılığıyla başladığı kolonicilik faaliyetleri 19.asıra geldiğimizde dünya ekonomisini ayakta tutan sömürgecilik formuyla karşımıza çıkmıştır. 20.yüzyılda yaşanan Dünya Savaşları’nın akabindeyse düşüşe geçmiş ve 1951’de Libya, 1956’da Fas, Sudan ve Tunus, 1962’de Cezayir ve Orta Afrika’daki Nijerya, Zambiya, Tanzanya, Kenya gibi ülkeler bağımsızlıklarını teker teker elde etmeye başlamıştır. Ancak unutmamak gerekir ki bu bağımsızlıklar sadece ülkenin yönetimini ele geçirmekten ibaret değildir. Zihni, kültürel ve ekonomik bağımsızlıklar da bunları takip ettiği sürece tam bağımsızlıktan söz edebiliriz. İşte bu noktada, Frantz Fanon’un kıymetli eseri Yeryüzünün Lanetlileri sömürgeciliğin hem geçmişine hem de geleceğine dair tartışmaları öne sürer bunlara çözüm yolu bulur. Dolayısıyla bu kitap sömürgesizleştirmenin bir doktrini niteliğindedir. Dahası Fanon’un bu eseri kendisinden sonrakilere de ilham kaynağı olup Post- Kolonicilik tartışmalarının odak noktasına gelmiştir. Batı üstünlüğü mitini tartışan diğer eserler ise Edward Said’in Oryantalizm, John Habson’ın The Eastern Origins of Western Civilization ve Homi Bhabha’nın Location of Culture adlı eserleridir.

 

Fanon, ilk olarak sömürgeleşmeyi tarihsel bir süreç olarak değerlendirir bu nedenle sömürgesizleştirmeyi de bu süreç içerisinde gerçekleşen diyalektiğin bir parçası olarak görür. Yazarın sık sık değindiği kavramlardan bir diğeri ise iyi ve kötünün ezeli çatışmasına dayanan Maniciliktir. Sömürülen ve sömürgecinin birbirlerini geçme mücadelesini Fanon’a göre son kertede şiddet belirler. Onun gözlemlerine göre Aristocu anlayışa göre tanımlanan dışlamacılığın çıkar yolu kesinlikle uzlaşmak değildir. Zira sömürgeci çoktan yerel halka tanılarını koymuş ve onları “pis zenci” ve “pis Arap/ Müslüman” olarak tanımlamıştır. Öyle ki Fransız sömürgelerinde yaşayan Avrupalı insanlar yerel halka temas etmemeye oldukça gayret etmiştir. Şahsımın da Kuzey Afrika’ya olan özel ilgisinden dolayı Fas ve Tunus’ta bulunmam hasebiyle bu konuda birtakım gözlemlerimi paylaşmak isterim. İki ülkenin de şehirlerindeki yerleşim halen daha bu ikiliği barındırmaktadır. Avrupai şekilde düzenlenmiş kısımdaki binalar ve insanların kıyafetleri ile Medina denilen yolları dar ve evlerin birbirine yapışık ve boylarının kısa olduğu genelde kerpiç tarzı toprak malzemelerden yapılan binaların bulunduğu şehrin bu kısmı arasında ilk bakışta göze çarpan büyük bir farklılık vardır. Öyle ki bir zamanlar Fransızların girmeye tenezzül etmediği bu bölge şimdi de Fanon’un sık sık altını çizdiği sömürge aydını ve burjuvazisi tarafından hor görülmektedir. Paylaştığım bu küçük anekdottan da görüleceği üzere sömürgecilik etkisini yitirmiş bir olgu değildir.  Onun yarattığı etki farkında olunmasa bile zihinlerde devam etmektedir.

           

Fanon’un yoğun eleştirisini alan bir diğer durum da sömürgelerin düzenlediği kültür kongrelerdir. Yazarın iddiasına göre bu kongreler batı üstünlüğünü peşinen kabul eder. Aslında bu kabul ediş uzlaşmaya giden yoldaki bir unsurdur ve bağımsızlık davasına büyük zarar verir. Oysa Fanon sömürge aydını ve burjuvazisine yerel halka inmeyi ve köylülerle bağımsızlık davasını paylaşmayı önerir. Çünkü köylüler aydınlar gibi meseleye parça olarak değil bütün olarak bakarlar. Toprak ve ekmek onların en büyük kaygısıdır. Dolayısıyla bir isyan ateşi fitillenecekse bu kırsaldan gelmelidir. Buna ilave olarak kırsaldaki insan inanışlarıyla, yaşam tarzıyla sömürge kültüründen uzak kalmış sömürgeleşen ulusun kendine has kalan yegâne parçasıdır. Bu sebeplerden dolayı sömürge aydınını kendi yerel insanına Güney Afrika’daki Aportheid usulü davranmasından dolayı eleştirir. Fanon’un bu yorumlarında ise Lenin etkisi oldukça fazladır. Öyle ki Fanon, Lenin’in işçi ve köylü iş birliğiyle devrime yürüme fikrini[1] sömürgeci ülkelere uyarlamış ve isyanın bu yolda ilerlemesi gerektiğini belirtmiştir.

 

Yazarın önem atfettiği konulardan bir tanesi ise bağımsızlığı resmi olarak temsil eden milliyetçi partilerdir. Bu partiler de aynı şekilde aydınların yaptığı hataya düşer ve şehirli insanları bu davaya dâhil ederken söylemlerinde köylü insanlara yer vermezler. Bu özelliklerinden dolayı Fanon bu partileri kınar ve şehirli insanların köylülere göre kaybedeceklerini çok daha fazla olduğunu vurgular. Bunun için şehirli yerli insanları kınamaz çünkü onlar artık sömürge sisteminin yetiştirdiği doktor, mühendis, esnaf ve vatmandır. Onlar çıkarlarının peşindeyken bağımsızlığın başarıya ulaşması mümkün görünmez. Olaya bu açıdan bakıldığı zaman Fanon’un çözüm önerisi ulusal bilincin yaratılmasıdır çünkü şehirli insan, aslında köylü insanla arasında bir fark olmadığını idrak ederse davanın başarıya ulaşma ihtimali de artar. Ancak milliyetçi partiler Lenin’in teorisindeki sendikacılar gibidirler. Belli kazanımları aldıktan sonra mücadeleye girmezler, silahların bırakılmasını ve uzlaşmayı tavsiye ederler. Fanon bu konumdayken yine Lenin gibi topyekün mücadelenin devamını savunur.

           

Yazar, bu değerlendirmelerin ardından can alıcı kısma gelir ve bağımsızlık sonrası nelerin cereyan edebileceği hakkındaki teorilerini paylaşır. Ülkeyi kimin yöneteceği, ekonominin nasıl toparlanacağı gibi ardı arkası kesilmeyen sorunlar gelmeye başlar. Sömürgesini kaptıran devletler bu noktada daha hırslı bir şekilde vurmaya devam eder. Sömürge ülkesinin gençlerini kendi burjuvazisine özendirir. Ekonomik olarak beli bükülü olan ülke ise bu yozlaşmış burjuvaziyle gerekli atılımları yapamaz çünkü sömürge burjuvazisi yıllar yılı sadece aracılık yapmaktan para kazanmayı başarmıştır. Bu nedenle statükonun değişmesi için çabalayan köylülerle burjuvazinin arası açılır ve bu da bağımsızlık sonrası ulusal cephenin arasındaki ilk çatlaktır. Bu durumun çözülememesi ise büyük göçlere ve sonrasında ise daha büyük problemlere neden olur. Dolayısıyla yazarın köylüler meselesi üstünde bu kadar durması bana Mustafa Kemal Atatürk’ün “ Köylü milletin efendisidir” sözünü yeniden değerlendirme fırsatını verdi. Daha önceleri bu sözün insanları doyuran köylülere bir övgü niteliğinde olduğunu düşünürken şimdi ise zihnimde iki ayrı ihtimal belirdi. Birincisi sömürge olmaktan kıl payı kurtulan Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesindeki köylülerin rolüne verilen öneme değinilmiştir. İkincisi ise yeni kurulan cumhuriyetin büyük bir göç dalgasıyla karşılaşıp şehirli köylü kavgasına kesin bir önlem almak istemesidir. Dolayısıyla köylülerin köyde tutulması suretiyle ulusal cephenin diri tutulması hedeflenmiştir.

 

Bağımsızlık sonrası ortaya çıkan kültürel mücadelenin aydınlar ayağında ise yazar, aydınların yaptığı yanlışı kendi eski kültürlerini canlandırarak onu direk batı kültürünün zıttı olarak ortaya sürmelerinde görür. Diğer bir deyişle aydınlar eski kültürün izlerinin peşine düşerek onun ne kadar yüce olduğunu göstermeye çalışır. Burada da Neil McGregor’ın dünya tarihini yüz obje üzerinden anlatmaya çalıştığı eserindeki yetmiş yedinci obje olan Benin Plak’ını örnek vermek isterim.[2] Bu plak Avrupalıların Batı Afrika ile olan ilk temasından kalmış bir eserdir. Plakta beş insan gösterilmektedir ve Afrikalı Kral en büyük şekilde gösterilirken yanındaki kralın iki yardımcısı bir boyut daha küçüktür. Portekizlileri tasvir ettiği sanılan geriye kalan iki kişi ise çok küçük şekilde resmedilmiştir. Daha basitçe açıklamak gerekirse bu plak, zamanında Afrikalıların da kendilerini üstün gördüğünü kanıtlar. Fanon ise bütün bunlara gerek olmadığını tek mühim olanın öz farkındacılık olduğunun altını çizer. Şu an ne durumda olunduğunun farkına varılırsa geçmişten ilham alınan yeni bir kültür ortaya çıkarmak çabasının da gereği kalmayacağını bağımsızlık döneminde insanların söyleyegeldiği şiirleri inceleyerek belirtir.

           

Kitabın son bölümünde ise inceleme yaptığı ölçüleri bireysel baza indirir ve mesleğiyle de bağlantı kurarak sömürge insanının psikiyatrik analizlerini yapar. Kendi denk gelmiş olduğu vakaları paylaşarak sömürge insanının doğuştan geri kalmış olduğu tezine net bir şekilde karşı çıkar. Suç oranlarının ve psikolojik bozuklukların kaynağı sömürgecilik ve onun getirmiş olduğu zulümdür. Sıkıntılı olan insanlar hep ayrımcılığa tabi tutulmuş ve kötü bir hayata sürüklenmiştir. Fanon, bir nevi şu an Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyahi insanların düştüğü konumu özetlemiştir.



[1] Vladimir Ilyiç Lenin, “Revolutionary Communes and the Revolutionary- Democratic Dictatorship of the Proletariat and the Peasantry,” Two Tactics of Social Democracy in the Democratic Revolution (1905) s. 77-88.

[2] Neil McGregor, 100 Objede Dünya Tarihi, (İstanbul: Pegasus Yayınları, 2017)

 

Sayfayı Paylaş :