HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Orkun Durgun

Geçmişte, günümüzde ve gelecekte aslında hepimizin İtiraflarım adlı bir kitabı vardır.Fakat bu kitap hiçbir yayınevinden çıkmamış ve bireyin kendisinden başka kimse tarafından tam okunmamıştır ve okunamayacaktır.

 

Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı hayvanları anlatan o şark masalını kim bilmez ki? Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için kurumuş bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Elleri uyuşur... O sırada biri beyaz diğeri kara iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp, dalı kemirmekte olduklarını görür. Havada debelendiği sürece, çevresine de bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur... İşte ben de aynen öyleyim; ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğümü bir türlü aklım almıyor. Ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum.”

 

A person with a beard

Description automatically generated with medium confidence

 

‘İTİRAFLARIM (İSPOVED)’ – LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY

19. yüzyılda yazılmış olan bu eser aslında tarih öncesi ve sonrasında insanlığın cevap aradığı en temel soruları soruyor; Bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne olacak, bütün hayatımın sonu ne olacak? Niçin yaşıyorum? Niçin arzuluyorum? Niçin çalışıyorum? Hayatımda kaçınılmaz ölümle yol olmayacak bir anlam var mıdır? Belki de hiçbir zaman cevap bulamayacak bu sorulara tarih boyunca binlerce yorum getirilmiş ancak hiçbir cevap tam anlamıyla insanlığı tatmin etmemiş aksine daha derine sürüklemiştir. Her insanın basitçe sorabileceği soruları soran Tolstoy’u, her insanın verdiği cevaplar tatmin etmemektedir. Çünkü insanın verdiği cevaplardaki tutarsızlıkları ve geçiştirmeleri en basit haliyle görebiliyordu. Görebilmenin ilk şartı da görmeyi istemekti. Tolstoy yaşantısında çeşitli kavram karmaşalarıyla boğuşmakta, ne yaşama ne de ölüme bir anlam verebilmektedir.  Bu duruma günümüz tanımıyla bir varoluş sıkıntısı diyebiliriz. Kitap yaklaşık yüz sayfalık olmasına rağmen on yedi küçük bölüme ayrılmıştır. Bu bölümleri tek solukta okumak çok zor çünkü okuyucuyu en temel problemiyle yani varoluşuyla yüzleştirmektedir.

 

Tolstoy çocukluk yıllarında Ortodoks inancına dayanan bir eğitim görmüş fakat o yaşlarda inancını sağlam bir zemine oturtamamıştır. Üniversiteyi bıraktığında ise artık inançsız biridir. Ona göre insanlar, etrafındakiler nasıl yaşıyorsa ona göre yaşıyor ve derin sorgulamalara ihtiyaç duymuyorlardı. İnsanlar çevrelerindeki insanlara güven duyma ihtiyacından dolayı onların  inançlarına da güven duyuyorlardı. İnançlar artık Tolstoy’a tutarsız gelmeye başlamıştır. Aslında daha çocukluk yıllarında bu tutarsızlıkları fark etmesine rağmen herkes gibi yaşamaya, herkesin bir bildiği olduğunu düşünerek yaşamaya devam etmiştir. Artık Tolstoy, Tanrı nazarından ziyade diğer insanların nazarında ahlaki bakımdan temelli kusursuzlaşma yoluna girmiştir. Daha sonrasında ise bu iyimserlik çabasının yerine daha güçlü, meşhur ve zengin olma arzusu geçmiştir.

Yirmi altı yaşında St. Petersburg’da çeşitli yazarlarla tanışan Tolstoy yazın faaliyetlerine o yıllarda başlamıştır. Tanıştığı yazarlar insanlığın sürekli olarak ileri gittiğini düşünmekte ve kendilerini de bu ilerlemenin en önemli parçası görmekteydiler. Fakat Tolstoy bu ilerlemenin ne olduğunu ve kendi yazılarıyla insanları nasıl eğittiğini bilmiyordu. Kendisini o yıllarda eşsiz bir sanatkâr ve şair olarak görüyordu. İyi paralar kazanıyor, toplumda saygın bir konuma geliyordu. Bir zaman sonra Yazarların inancı olan bu ilerlemeci tavrın da ona tıpkı bir din gibi çıkar elde etmekten başka bir şey olmadığını, aslında yazarların da diğerleri gibi hiçbir şey bilmediğini fark etmesiyle bunun da bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını düşünmekteydi. Fakat buna rağmen insanların ona yüklediği öğretmen imajı çok hoşuna gitmişti ve bu kimliğinden sıyrılamıyordu. Ne öğrettiğini bilmeden insanlara sürekli bir şeyler anlatma çabası içerisindeydi.  Bu durumu Tolstoy şu cümlelerle ifade etmekteydi; Şimdi anlıyorum ki, her şey tam olarak tımarhanede olduğu gibi. Fakat o zamanlar bunu belirsiz bir şekilde seziyordum ve bütün deliler gibi, ben de benden başka herkesi deli sayıyordum.”

           

Bu sıralarda Avrupa’ya çeşitli ziyaretlerde bulunup seçkin düşünürlerle ilişki kurmuş ve herkesin ‘’ilerleme’’ kavramı üzerinde ortaklaştığını görmüştü. Fakat hayatındaki çelişkiler devam etmekteydi, hayatında dümeni nereye kırmalı sorusuna net bir cevap veremiyordu ve çelişkiler içinde bir hayat yaşıyordu. O yıllarda onu hayatı boyunca çok etkileyen bir olayla karşılaştı. Paris’te bir insanın giyotinle idam edilmesi onun ‘’ilerleme’’ inancını zayıflatır ve tekrar derin sorgulamalara girdi.  Aklımla değil, bütün varlığımla anladım ki, varlığın ve ilerlemenin hiçbir teorisi bu cinayeti haklı çıkaramaz… Ve neyin iyi ve zorunlu olduğuna hüküm verecek olan hâkimlerin ve insanların söz ve hareketleri değil, ilerleme de değil, kalbimle birlikte benim…  Bu travmanın üzerine bir de kardeşinin ölümü eklenince Tolstoy’un hayata olan inancı daha da anlamsızlaştı. Kardeşim iyi, akıllı ve ciddi ciddi çaba gösteren bir insandı. Genç yaşta hastalandı, bir yıldan uzun süre acı çekti. Niçin yaşadığını hiç anlamaksızın, acı içinde öldü. Ona ya da bana, onun bu yavaş ve ıstıraplı hastalığı sırasında bu soruya cevap vermedi hiçbir teori.  Tüm bunlara rağmen yaşamaya devam ediyordu, ‘peki ama nasıl yaşamalı?’ sorusuyla birlikte.

       

Bir meşguliyet çabası olarak köye döndüğünde bir köy okulu açtı. Ne öğreteceğini bilmeden sadece kendi içerisindeki öğretme arzusunu tatmin etmek için açtığı bu okulda köylülere ücretsiz eğitim veriyordu.  Bu sıralarda sulh ceza hâkimliği görevi yapmaya başlamış ve ona bir kurtuluş ümidi veren Aile kavramını düşünmeye başlamıştır.  Evliliğinin ilk yıllarında mutlu bir aile hayatı yaşamış, kusursuzlaşmaya ve ilerlemeye olan inancı pekişmiş bunları yaşarken de yazma faaliyetlerine devam etmiştir. İnsanın en rahat yaşadığı yerin aile olduğunu fark etmiştir ve on beş yıllık kısa süren huzurlu bir hayatı olmuştur. Fakat zaman zaman tekrarlayan düşünce bulutları sarmaya başlar Tolstoy’u. ‘’Şüphe anları sarıyordu beni, hayatın düpedüz durduğu anlar, sanki nasıl yaşamam ne yapmam gerektiğini bilmiyor gibiydim. Dengemi yitirdim ve melankoliye düştüm. Sonra şüphe anları yineledi, daha sık, çok daha sık hep aynı şekilde. Hayatımın durduğu bu anlar, hep aynı sorularla ortaya çıkıyordu; Niçin? Peki sonra ne olacak?’’ Tolstoy bu iki soru üzerine çok durmuştur. Defalarca hayatta her yaptığı eylemin sonucunu onu neden yapması gerektiğini hiç kavrayamadan sadece hayatta kalmak için yaptığı çabalardı bunlar. Peki, ama neden? Sorular onu hiç bırakmıyordu, üst üste ısrar eden mide bulandıran artık hayatını yaşanmaz hale getiren sorulardı bunlar. Günümüzde anksiyete, depresyon, panik ataklar olarak adlandırılan ruhsal durumları tetikleyen düşüncelerdi bunlar. Tolstoy bu soruların çok basit ancak çok temel cevap bulması gereken sorular olduğunu biliyordu ancak bu sorulara insan zihninin asla net bir cevap veremeyeceğinin farkındaydı. Cevap bulamadan yaşamak ise amaçsız olduğunu düşündüğü eylemleri yerine getirirken çektiği acılarla yaşamak demekti. Artık ona göre daha fazla bilginin, daha fazla şöhretin, paranın, huzurlu yaşamanın bile anlamı yoktu. Neden olsun ki? Sonuçta yok olup gidiyor,yerimize başkaları geliyor onlar da yok olup gidiyordu. Hayattan ne istediğini bile bilmeyen Tolstoy durumu şöyle özetler; ‘’Bir peri çıkagelse bana: Dile benden ne dilersen’’ dese, ona ne cevap vereceğimi bilemezdim… Gerçek şuydu; hayat anlamsız bir şeydir, böyle yaşayıp gidiyordum. Ve yoluma devam ediyordum, bir uçurumun başına gelmiştim, önümde yok oluştan başka bir şey olmadığının farkındaydım. Hareketsiz durmak imkânsızdı. Önümde yalnızca acı ve gerçek durduğunu görmemek için gözlerimi kapamam da imkânsızdı. Tam bir perişanlık bu!’’  Artık ona ölüm fikri de yaşam fikri kadar mantıklı gelmeye başlamıştı. Aklında intihar düşünceleri oluşmaya başlamıştı fakat tüm yolları denemeden önce bunun saçma olduğunu düşünmekteydi. Kitabın dördüncü bölümü Tolstoy’un bu ruh halini ve kitabı toptan özetler niteliktedir. ‘’Bu ruh hali bende kendini şöyle gösteriyordu: Bu hayat bana birinin oynadığı aptalca, kötü bir oyundan başka bir şey değildi. Beni yaratan ‘’Birini’’ kabul etmiyorsam da, şöyle bir düşünce gayet normal geliyordu. Beni dünyaya getirmekle son derece aptalca ve kötü bir şaka yapmıştı birisi.’’

 

Tolstoy ihtiyarlık, hastalık ve ölüm kavramlarına artık uzak değildi. Onun için artık önünde bu kaçınılmaz son vardı ve diğer insanların bu kaçınılmaz sona rağmen nasıl bu kadar rahat yaşadıklarına anlam veremiyordu. İnsanların günlük hayattaki hedefleri, çabaları tamamen anlamsızdı. Dünyayı tamamen sarhoşlar âlemi olarak görürüyor ve insanlığın büyük yanılgıda olduğunu düşünüyordu. Tüm bu kitabı özetler nitelikle çok ilginç bir hikâyeye yer verir.  

 

Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı hayvanları anlatan o şark masalını kim bilmez ki? Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için kurumuş bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Elleri uyuşur... O sırada biri beyaz diğeri kara iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp, dalı kemirmekte olduklarını görür. Havada debelendiği sürece, çevresine de bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur... İşte ben de aynen öyleyim; ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğümü bir türlü aklım almıyor. Ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum.

 

Hayatında artık o bal Tolstoy’a teselli vermez. Aksine ejderhayı çok yakından görür ve sonucu da net bir şekilde bellidir. ‘’Şimdi elimden gelen, geçip giden ve beni ölüme götüren geceyi ve gündüzü seyretmektir. İste bir tek bunu görüyorum, çünkü bu bir tek şey hakikattir. Geri kalan her şeyse yalan!’’  Sonrasında ise bir zamanlar mutlu olduğu aile yaşantısına bir dönüp bakar ve ailesindeki herkesin bu gerçekle yüzleşeceğini görür. Öyleyse onlar ile nasıl mutlu olabilir? Sonrasında sanat ve edebiyata bakar ve onların da geçici zevkler olduğunu, insanoğlunu oyalamak için tüm bunların hayatın bir süsü olduğunu ifade eder.

 

İntihar düşüncesine gelince orada da yaşantısındaki her şey gibi kararsızdır. Çünkü hayatın anlamsız olduğu kanaatine bile varamıyordu. İnsanoğlu bunu da bilemezdi. Fakat bir dönem beklemek onun için ölümün kendisinden çok daha korkunçtu. Tüm bu çektiği acılara bir son vermek istiyordu ancak korkuyordu. Hem ölümün kendisinden hem de ölümü beklemekten. Anlam verme çabasına girişti her şeyde cevaplar aramaya başladı. Gerek edebiyatta, sanatta, bilimde ve gerekse insanlarda ısrarla ve acıyla. Ancak hiçbir şey bulamadı. Aksine bu durum karamsarlığını daha da tetikledi. Aradığı soru çok basitti aslında; ‘’En aptal çocuktan, en bilge ihtiyara kadar her insanın ruhunda var olan en basit soru. Bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne olacak, bütün hayatımın sonu ne olacak? Niçin yaşıyorum? Niçin arzuluyorum? Niçin çalışıyorum? Hayatımda kaçınılmaz ölümle yol olmayacak bir anlam var mıdır?’’  Tecrübî bilimlerin yani günümüz tanımıyla pozitif bilimlerin verdikleri cevaplar birbirlerinden bağımsız ve bir bütünlüğü oluşturmayan yetersiz cevaplardı. Metafizik boyutunda ise onu yine felsefedeki sonsuz sorular bekliyordu. Üstelik tecrübî bilimlerde Tolstoy oldukça bilgiliydi ancak bu bilgilerin hayatın anlamı üzerine hiçbir geçerliliği yoktu.

 

Sokrates, kendini ölüme hazırlarken ‘’Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız’’ der. Tolstoy Sokrat ve Schopenhour’ın sözlerinden alıntılar yaparak yaşamına neden son vermesi gerektiğine dair dayanaklar oluşturmaktadır. Ve kitabın altıncı bölümünden itibaren Hz. Süleyman’ın üzerinde oldukça çok durur. ‘’Her şey boş der Hz. Süleyman. İnsanın yeryüzünde sarf ettiği çabadan eline ne geçer? Bir nesil gidiyor diğeri geliyor; ancak dünya sonsuza kadar var oluyor. Olup biten şeyler ne oluyor? Sonra ne olacak? İnsanın yaptığı şey nedir ve sonra ne olacaktır? Her şey bizden önce de yaşanmıştır, bizden sonra farklı ne yaşanacaktır, farklı yaşansa dahi bunun ne anlamı olacaktır?’’  Dört usta bilginden birer tane sözlerle anlamsızlık bunalımını desteklemeye devam eder. ‘’ Maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi, bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz der Sokrates. Hayat, olması gereken bir şeydir ama derttir, hiçliğe geçiş, hayattaki tek mutluluktur der Schopenhauer. Dünyadaki her şey, delilik ve bilgelik, zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı, bunların hepsi boştur, hiçtir. İnsan ölüp gider ardından bir şey kalmaz ve bu saçmadır der Hz. Süleyman. Istırabın, güçten düşmenin, ihtiyarlığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan kendini hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorundadır der Budda.’’  

 

Hiçbir yerde aradığı cevabı bulamayan Tolstoy hayatın kendisini inceler. Bu dünyada sadece Tolstoy, Hz. Süleyman veya Sokrates mi bu sıkıntıları çekmiştir. Tabii ki de hayır, birçok insan bir şekilde bunun üstesinden gelmeye çalışmış ve olağan hayatlarına devam etmişlerdir. Peki, ama bu kaçınılmaz sona rağmen bunu nasıl başarmışlardır? Tolstoy bunu başaranları dört ayrı tiplemeyle anlatmıştır. “Birinci yol bilgisizlik yoluydu. Bu yol şundan ibaretti: hayatın bir bela ve saçmalık olduğunu bilmemek, anlamamak ve kavramamak.” Böyle yaşayan insanlar oldukça mutlu ve tatminkârlardır. Sadece cenazelerde hasta ziyaretlerinde vb. durumlarda kısa süreli sorgulamaya girer bu da pek uzun sürmez ve olağan hayatlarına devam ederlerdi. İkinci yol ise Epikürcü yoldur. İnsan hayattan en yüksek seviyede zevk almalı ölüm hastalık gibi kavramları düşünmemeli yaşayabildiği her şeyden en iyi şekilde yararlanmalıdır.  Tolstoy üçüncü yolu ise şöyle tanımlar;   "Üçüncü çıkış yolu güç ve enerjinin çıkış yoludur. Bu yolun temel mantığı şudur: İnsan; hayatın, dertlerden ve saçmalıklardan kurulu olduğunu anlayınca onu yok etmelidir. Güçlü, iradeli ve tutarlı insanlar böyle hareket ederler. Onlara karşı oynanan bu oyunun aptalca olduğunu anladıklarında, ölülerin sahip olduğu şeyin yaşayanlardan daha değerli olduğunu ve en iyi durumun var olmamak olduğunu kavradıklarında, bu şekilde davranıp aptalca şakaya benzeyen hayata bir anda son verirler. Ben de hayatı yok etmenin en onurlu çıkış yolu olduğunu kabul etmiş ve böyle davranmak istemiştim.“  Bunu çokça düşünmesine rağmen Tolstoy daha önce de açıkladığı gibi bütün çareleri denemeye kararlıdır. Ayrıca ölümden de çok korkmaktadır. Peki üçüncü yola cesaret edemeyen Tolstoy ne yapmaktadır? Tolstoy kendisine alternatif bir dördüncü yol oluşturmuştur. Ona göre "Hayat saçmadır. Bu saçmalığı görüp ona son vermek de saçmadır. En iyi yol kahramanca yaşamaktır. Bu yolun esasları şunlardır: İnsan hayatın dert, sıkıntı ve anlamsız bir saçmalık olduğunu kavradığı halde yaşama son vermez. Bundan bir şey çıkmayacağını bilir. Sanki bir şeyler bekliyormuş gibi yapar. İşte ben bu gruptayım... Şimdi çok iyi anlıyorum ki; eğer kendimi öldürmediysem, bunun sebebi düşündüğüm şeylerin doğru olmadığını az çok seziyor olmamdır. Beni hayatın boş ve anlamsız oluşuna götüren düşüncelerimin ve bilgilerimin yolu ne kadar inandırıcı ve tartışılmaz gözükürse gözüksün, yine de içimde görüşlerimin doğruluğuna dair hafif de olsa bir şüphe, bir tereddüt kalmıştı.”

 

Kitabın onuncu bölümünden itibaren Tolstoy eksik kaldığını düşündüğü inanç yönünü geliştirme çabalarını anlatıyor. Bu kısır döngüden kurtulmak için artık her türlü inancı kabullenmeye hazırlanmıştı. Öncelikle doğal olarak çevresinde bulunan Ortodoks inancı çevresinde çeşitli girişimlerde bulunur. Bunlarla birlikte doğu kaynaklarını,İslamiyet ve Budizm’i incelemeye başlar. İnanç ona ne kadar anlamsız gelse de peşini bırakmadan çabayla en küçük ayrıntılarını incelemeye devam eder. Dönemin yozlaşmış Hıristiyan dünyası ona çok tutarsız gelir fakat buna rağmen bazı rutinleri yerine getirmeye başlar. Çünkü inanç, herkes gibi onun da hayatını kolaylaştırıyordu. Daha sonrasında tekrarlayan sorgulama evreleriyle kendisini kandırdığını hissedip, hayatın tamamen bir dert olduğunu düşünür. Bunu ‘’Benim hayatım anlamsız bir beladır’’ olarak tanımlar. ‘’Diyorum ya işte, bu Tanrı arayışı, düşünceyle çelişikti. Bu korku, bir terk edilmişlik, bir yalnızlık duygusuydu, evrenin orta yerinde ve belirsiz bir yardım umudunun duygusuydu. Bir süre sonra yine içine Tanrı umudu düştü, O var dedim kendi kendime ve bir an bunu kabul etmem yetti, hemen hayat içimde kıpırdandı ve ben varlığın imkânını ve sevincini hissettim. Gördüm ki ben yalnızca Tanrı’ya inanınca yaşıyorum… Tanrıyı bilmek ve yaşamak, tek ve aynı şeydir. Tanrı, hayattır.’ Ve güzel bir betimlemeyle devam eder. Kıyı, Tanrı’ydı; yön gelenek, kürekler bana verilen özgürlük; kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Tanrı’yla birleşeyim diye. Ona göre insanın hayattaki görevi, ruhunu kurtarmaktır. İnsanın hayatın bütün zevklerinden arınıp alçak gönüllülük göstermesi, sabretmesi ve merhametli olması gerekir. Tolstoy bu dönemde tasavvuf düşüncesiyle benzer bir hayat yaşamaya başlamıştır. Ona göre her inancın özelliği, ölümün yok edemediği bir mana vermekti artık yaşama.

 

Fakat Tolstoy’un bu düşünceleri ve yaşantıları da uzun sürmedi. Tüm sorularını hasıraltına atılmış bir toz olarak görüyordu hayatında ve bu sorular tekrardan rahatsız etmeye başladı onu. Kitap boyunca da sürekli değişken ruh hali sergileyen Tolstoy hiçbir zaman kendini bir zemine oturtamadı. Bu soruların cevaplarını ne Tolstoy ne de büyük filozoflar verebildi. Çünkü her cevap bireyin kendisinde saklıydı.  Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabında; hayatın anlamının hiçbir zaman net bir cevap şeklinde verilemeyeceğini, tıpkı bir futbol oyunu gibi her saniye tüm taktik ve tekniklerin değiştiğini ifade eder.Kitabı genel özetle birkaç kelimeyle anlatmaya kalksak da varoluş ile ilgili sınırsız betimleme, örnek ve açıklama getirebiliriz. Geçmişte, günümüzde ve gelecekte aslında hepimizin İtiraflarım adlı kitabı vardır. Fakat bu kitap hiçbir yayınevinden çıkmamış ve bireyin kendisinden başka kimse tarafından tam okunmamıştır ve okunamayacaktır… 

 

Sayfayı Paylaş :