HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Nezihe Saliha Çete

İNSAN OLMAK[1] – Engin Geçtan[2]

“İnsan, var olduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur.” Geçtan bu sözlerle başlıyor ve bütün cümlelerini bu sözler üzerine temellendiriyor. Önsözünden Epiloğuna kadar, her şeyi kabullenmiş insanın kendisini kabullenmeyi bir türlü beceremeyişinden dem vuruyor. Bu şekliyle kişisel gelişim kitaplarını andırsa da motivasyon sloganlarından çok uzakta olduğu gibi, okuyucuya “isimli kahve bardağı elinde, lafzen ve manen tam anlaşılmayan kelimelerle cümleler kuran ideal insan” dayatmasının da ötesinde bir sesleniş, kimi zaman serzenişte bulunuyor. Günlük hayattan kesitleri birebir bulabileceğimiz bu kitapta yazar, “burada beni anlatmış” dedirterek okuyucusuna başrol vermiştir. Bu kendimizi bulmalar kimi zaman can sıkıcı, rahatsız edici olabilmektedir ki bu yönüyle “insan olmayı” vurucu bir bahis olarak ele aldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Yazar en genelden, insanın toplumla ilişkisinden başlayarak özele, içe doğru inmiş ve her aşamada insanın kendisine “İnsan Olmanın Şartları” ile değil “Kendin Olmak Farkındalığı” ile anlatmıştır. İlk olarak kişiyi, kendini anlamlandırdığı toplumu ve ailesi içerisinde kendi oldurmuştur. Sonrasında ise kendisini oluşturan bütün tutumlarında- duygularında, iç hesaplaşmalarında, sorumluluklarında, endişelerinde, yaşadıklarında ve ölümünde- ona bir “Kendim” sunmuş ve son olarak bu sunduğunun yani Kendini yaşamanın anlatısını yapmıştır.

“Şöyle yap, böyle hisset” gibi tavsiye vermek yerine tek bir ipucu veriyor mutluluğa ve güzel olan diğer her şeye dair: “Kendini kabullen”. Çünkü yazar insanın toplumsal olmaklığı cihetiyle insan olduğu söylevinin es geçtiği birey olmaklık cihetine vurgu yaparak insan olmanın, kendini keşfederek geliştirilen “Ben Farkındalığı” ile sağlanacağını savunmaktadır.

İnsanın, diğer kişilere ve olaylara karşı duygusal ve fiilî tepkilerinin nasıllığını ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan sonra bu açıklamaları “Ben Farkındalığı Noksanlığının” nedenlerine dönüştürüyor. Dolayısıyla ortaya çıkan negatif yönlü sonuçların; mutsuzluk, kaygı, güvensizlik, bilumum sinirsel bozuklukların, kendini ihmal etme yöneliminin dolaylı sonuçları olduğunu söylüyor. Bu nedenle Geçtan’a göre kendini kabullenemeyiş, kişinin benliğine, varlığına, insanlığına karşı bilinçsizce yaptığı bir nobranlıktır.

İnsanın varoluşunun büyük bir parçası olan duygular bir akışa tâbîdir. İnsan, hep mutlu eden ve mutlu olanın peşindedir. Burada mutluluk iki farklı zeminde değerlendirilmelidir. Birincisi haz odaklı olan ve hep güzelliklerle olması istenen mutluluktur, doyumu yüksektir ki bu yüzden daha çok istenir. Fakat bu mutluluk geçici olmakla beraber bencildir. İkinci mutluluk ise geçici olmayan, kişinin kendisini her hissedişinde yaşadığı, “benlik” mutluluğudur. Bu yönüyle mutluluk bir tercihtir. Kişinin benliğini keşfiyle her anını anlamlı kılma çabasını tercih etmesidir. Akış olgusu bu mutlulukta ortaya çıkar. Çünkü duygular sabit değildir. Sadece mutluluğu istemek de hedonistik bir istektir. Tıpkı sadece acıyı istemek ve ruhu acıdan beslemek gibidir.

Duygular bir çeşit misafirdir ve akış duyguyu, gelen misafiri Anadolu misafirperverliğiyle ağırlayıp yolcu etmektir. Mutluluğu kabulleniş kolaylığıyla; üzüntüyü, acıyı, öfkeyi de kabullenmek ve bizim bir parçamız olarak onlara içimizde yer verdiğimizde, kendimizi tüm duygularımızla, kusurlarımızla kabullendiğimizde negatif duyguları dâhi mutlulukla anlamlandırabiliriz. Fakat burada öfkeden kasıt kin değildir. Anlık bir olaya verilen anlık duygusal bir tepkidir ve kalıcı olmaması için ben farkındalığına ihtiyaç vardır. “Örneğin kızgınlık tepkilerini anında fark ederek, yaşanmakta olan durumu en uygun biçimde dışa vurabilme çabaları başarıya ulaştığında, düşmanca eğilimlere neden olan birimler de ortadan kalkar.” (a.g.e. 167)

Kızgınlık hissi insanı kusurlu yapmadığı gibi, acı da güçsüz kılmaz. Kaldı ki kusursuzluk noktasında hiçbir insan diğerinden farklı değildir. Kusursuza ulaşma çabası insanı yorar, kişisel alanını daraltır ve kusurlarıyla anlam kazanan benliğinden uzaklaştırır. Kusurlara geçit vermeyen sınırlar çizmek yeni tecrübeler edinme şansını yok eder. Ayrıca her insan güçsüzlüğünü barışık bir şekilde yaşamalıdır ki sorumluluklarının farkına varsın. Sorumluluktan hâli bir güçlülük tasavvuru yoktur. Güçlülük de yalnızca mutlulukla sağlanmaz. Hiç üzüntü hissini tatmamış bir ruh nasıl olur da mutluluğun farkına varır?

Kendi mutluluğunu diğer insanların mutluluğuna bağlamış olan kişi kendisini ne denli ihmal ettiğinin farkında değildir. Tabii ki hayatımız birlikteliklerimizle, paylaşımlarımızla daha anlamlı olur ve çevre bizim için vazgeçilmez bir habitattır. Fakat bu bazen kişiyi yalnızca çevresi için var olmuşluk hissine sürükleyebilir ve kendini kendine tanımlamak yerine kendisini çevresine tanımlatmak ister. Çevresi “iyi” dediği sürece iyidir ve kendisini başka bir vasıfla tanımlayamaz. Oysa iyi insan sadece onay almak olmamalı. Bu noktada önemli bir sorun olan “hayır diyememe” sorunu beliriyor. Muhataba karşı ifade edilemeyen “Hayır” kişinin kendisine karşı verdiği “Hayır” cevabıdır. Çünkü insan açıkça ifade edemediği her an kendisini susturmuş ve “kabalık” olarak düşündüğü bu tavrı kendisine karşı sergilemiş olur. Oysa “iyi insan çevresine olduğu kadar kendisine karşı da iyi olan kişidir.” (a.g.e. 60)

İnsan olmanın ulaşmak istediği nokta ne daimî mutluluk ne sonsuz başarı ne korkusuzluk ne de kusursuzluktur. İnsan olmanın ulaşmak istediği tek nokta insanın kendi içsel bütünlüğüdür. Kişinin kendisini keşfederek yaşadığı benliğiyle kurduğu sevgi bağı ve bunun neticesinde çevresiyle kurduğu güçlü bağlarını içeren yaşamak ve sevmek bütünlüğüdür.

“Oysa yaşamak ve sevmek birbirinden ayrı olgular değil, bir bütündür. Kendimizi yaşayabildiğimiz ve beraberliklerimize bir şeyler katabildiğimiz her yerde sevgi vardır.” (a.g.e. 173)


 



[1] Metis Yayınları, 19. Baskı, 2020/İstanbul, 183 sayfa.

[2] Psikiyatri profesörü ve psikoterapist olan Engin Geçtan, 12 Ocak 1932’de İzmir’de doğdu. 1956'da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni tamamladı. 1961 yılına kadar yaptığı New York ve Columbia üniversitelerinde, genel psikoloji, dinamik psikiyatri, çocuk psikolojisi ve nöroloji branşlarında yaptığı çalışmalarla psikiyatri alanında uzmanlığını tamamladı. ODTÜ, Ankara, Boğaziçi ve Marmara üniversitelerinde çalıştı. Alanıyla ilgili akademik çalışmalarının yanı sıra meslek dışı okurlara hitap eden çok sayıda eser yazdı. Bunlar dışında kaleme aldığı roman ve denemeleriyle son dönem edebiyatına katkıda bulunmuştur.  

 


Sayfayı Paylaş :