HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



2. Sınıf öğrencimiz sevgili Hamza Alan'ın İlber Ortaylı'nın "Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek" adlı eseri üzerine kaleme almış olduğu kitap kulübü makalesini sizlerle paylaşıyoruz.

OSMANLI’YI KEŞFETMEK

Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, İlber Ortaylı’nın kendi ifadeleri ile “pratik olarak geniş kitlelere bu imparatorluğun tahlilini yapma endişesi” güdülerek kaleme alınmıştır. Gerçekten ancak bu minvalde bir açıklama ile eserin hedef kitlesi belirtilebilirdi. Ortaylı, genel hatlarıyla bir Osmanlı kurumlar ve sistemler incelemesi yapmış; yazdığı dönem açısından izahının gerekli olduğunu düşündüğü, meseleleri açıklamıştır. Bu bakımlardan Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek isminin tam karşılığını okuyucunun alamayacağı gözükmektedir. [1] Bundan ötürü “Osmanlı’yı Keşfetmek” isminin hedef kitle açısından daha yerinde olacağı kanaatindeyim. 

Özellikle bu eserin incelenmesine esastan evvel şekilden başlamayı hatırda kalanın esas olmasını arzuladığımdan ötürü (sonralık etkisinin sebebiyle)[2] doğru buluyorum.

Öncelikle eserin niteliğine dair tezatlı bilgiler bulunmakta: Eski bir basımında Ortaylı, eserin, birtakım konuşmalarından meydana gelen umumi konferans niteliğinde olduğunu belirtmiş olmasına karşın, daha sonraki basıma dâhil olan ön sözde ise eserin makalelerden meydana geldiğini ifade etmiştir. Bu noktanın kıymeti şudur ki eserin üslubu ve bütünselliği hakikaten duraksamalara yol açmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki eserin konu başlıklarına ayrılmış olması pek bir anlam ifade etmemektedir. Konuşmaların yazıya dökümü olduğu düşüncesine yaklaştıracak bir şekilde esas bütünlüğü sağlanamamış, bir noktada değinilen mesele başka bir noktada akışı bozacak şekilde yeniden ele alınmıştır. Bu şekil üzere yazılan eserin, akademik ve dahi ciddi öğrenme amacı ile okunması zorlaşmış, Ortaylı ile genel bir sohbet etkisi yaratmaktan öteye gidememiştir. Bu nitelemeyi yapmama sebep olan asıl âmil ise eser boyunca paylaşılan bilgilerin kaynağının verilmeyişidir. Ortaylı, ön sözünde, moda olan filmler, diziler ve romanlardan edinilen bilginin gerçek olduğunu sanan kitleye hitaben eserini “kaleme” aldığını belirtmiş; kitabında kaynakça kısmına yer vermeyerek de hedef kitlesi hakkındaki düşüncelerinin samimiyetini ispat etmiştir.

Be makam-ı Konstantiniyye el Mahmiyye.” Kitap bu cümle ile başlıyor. Ortaylı, Osmanlı’yı anlatmaya İstanbul’u anlatmakla başlıyor. İstanbul’un isminin değişimini inceleyen Ortaylı, Kostantıniyye isminin, atıl duruma gelmesinin sebeplerini anlatarak devam ediyor. Bu bölümde Payitaht’ta geçerli olan teâmüllere yer vermiş, padişahın halk ile ilişkilerine değinmiş, törenlerin genel felsefesini beynelmilel bir karşılaştırmaya tabi tutmuş, protokolün devletler açısından ne derece önemi haiz olduğunu anlatmıştır. Eseri bitirdiğiniz zaman âdeta bir İstanbul biyografisi okumuşsunuz hissine kapılmanız mümkün. Fakat bence bu durum Osmanlı’nın incelenmesinde oldukça olağan. Hakikaten Osmanlı Devleti’nin mefhumunda İstanbul öncelikle hedef, devamında gaye olmuştur. Osmanlı devlet ricali ve eşrafı, İstanbul’u geliştirmeyi; özellikle Payitaht halkına hizmeti bir görev bilmişler, İstanbul’u abideler şehrine çevirmişlerdir. Bu bakımdan Mimar Sinan ve ustalarının oluşturdukları standart, takdire şayan görülmüştür. Öncelikli olarak kamusal (hizmet) alanlarda kendini gösteren bu mimari atılımlar, idarenin soluklaştığı düşüncesini doğurmuştur. Bu düşünceler, yalnızca Osmanlı’ya has düşünceler değildir. Avrupa’da da bu tür düşünceler nüksetmiş; çözüm olarak ise idarenin somutlaştırıldığı azametli yapılar ortaya çıkmıştır. Osmanlı da barok mimari ile 19. yy.’da tanışmış, “sürekli savaşların bezdirdiği asker toplumuna, yeni bir zevk gelmiştir.”[3]

Osmanlı denilince akla, gelişmiş kurumları, oturmuş evrak sistemleri gelir. Bunların içerisinde en tartışmalı olanlardan biri ise devşirmedir; kapıkulu ocakları ile yeniçeri bölüğünün, ilm-i kıyafet[4] esasları dâhilinde, kural olarak gayrimüslimlerden çocuklarının alınması ile yenilenmesini ifade eder. Ortaylı, bu kuruma dair sistemi etraflıca anlatmıştır. Ayrıca Enderun okulunun inkişafı ve yıkılışını ele almış ve Cizvit tarikatı ile benzerliklerini göstermiştir ve de Enderun’un, Osmanlı sisteminde, kilit noktada olan bir kurum olduğunu (İmparatorluk Okulu) vurgulamıştır.

Osmanlı Devleti çoğu zaman bireyi direkt muhatap almamış, Roma’ya benzer şekilde aile kurumu ile ilişki kurmuştur. Ortaylı, Osmanlı’da aile kurumunu ele almış, bu çerçevede mahalle yaşamını konu edinmiş, mahalle mensuplarının fiilî memuriyet derecesine varan fonksiyonlarını açıklamıştır. Ayrıca aile hâlinde yaşamanın ekonomik getirileri üzerinde durmuş, gelişmekte olan ülkelerin çekirdek aileyi kurabilecek güçte olmadığını vurgulamıştır.

Ortaylı, Osmanlı padişahları için ayrı bir başlık oluşturmuş. Bu bölümde Osmanlı sülalesinden, soylarına ilişkin rivayetlerden, padişahları birbirinden ayıran hasletlerden bahsederek “cihanşümul” bir devlet yöneticisinin hayatına yakın bir bakış getirmiştir. Ayrıca sultan ile halk ve makamlar arasındaki iletişimi resmetmiş, bu ilişkilerde bazı padişahların karakteristik özelliklerine yer vermiştir. Sultan Mehmed için ise ayrı bir başlık açarak onu diğer padişahlardan farklı bir konuma getirmiş, kitabın ekseriyetle üzerinde durduğu İstanbul meselesinin taşıdığı değer ile benzer değerde görmüş ve (doğal olarak) İstanbul merkezli anlatmıştır. Sultan Mehmed’in İstanbul’un alınmasından sonra devlet idaresinde getirdiği inkılaplar ele alınmış, Roma İmparatorluğu mefkûresinin altı çizilmiş, bir millet oluşturma çabası âdeta Helenistik dönemi andıran bir tasvirde anlatılmıştır.

Osmanlı Devleti genel olarak merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Fakat bir hâlin intizamı ve bekâsı, değişen şartlar karşısında gösterdiği esneklik ile mümkündür. Osmanlı Devleti, topraklarının genişlemesi ile idarede uyum programlarını devreye sokmuş; bu noktada eyalet sistemi uygulanmıştır. Ortaylı eserinde genel bir Osmanlı eyalet uygulaması tasviri yapmış, eyaletler arası statü farklarını değerlendirmiş, uygulamada karşılaşılan problemleri ve elbette avantajları vurgulamıştır. Tüm bu sistemin merkezî idare ile bağını açıklamış; bu noktada Divan-ı Hümayun kurumunun fonksiyonlarını belirtmiştir. Divanın unsurları, idari salahiyetleri, kazai (temyiz mercii) salahiyetleri, sosyal faaliyetleri belirtilmiştir. Divanın esaslı unsurlarını oluşturan paşalar ayrı bir başlık altında incelenmiş; paşalık sistemi, ünlü paşa aileleri, paşaların sosyal hayat üzerindeki ve İstanbul’un şehir ve kültür oluşumu ve korunumundaki rolleri açıklanmıştır. Paşa eğitimindeki modernizasyon çalışmaları ve bu kurumların Türkiye tarihi üzerindeki etkileri anlatılmıştır.

Bâb-ı Âli, 19. asırda Osmanlı hükümetini temsil eden bir kavram. Esasen sadrazamın konutuna verilen bu isim, devlet işlerinin müstakil bir binadan ziyade bu konutta giderilmesinden ötürü hükümet ile özdeşleşmiş durumdaydı. Hükümet devlet işlerini buradan yürütmüş, politikalarını bu mekânda belirlemiş ve yine bu mekân vasıtası ile idari erk, vücut bulmuştur. Merkezde tek makam üzerindeki bu fonksiyon içtiması, kendisini taşrada da göstermiştir. Başlı başına bir inceleme konusu olan kadılık müessesi[5] bu anlayışın ve pratik zorunluluğun göstergesidir. Kadılık genel olarak zannedildiği gibi yalnızca kazai salahiyetleri olan bir müessese olmamış, aynı zamanda belediye reisi ve Roma’da olduğu gibi (Praetor Aerarii) ekonomik bazı meselelerden (narh, gıda temini vb.) de sorumlu olmuştur. Esasen bu anlayış fıkıhta da kendini göstermekteydi. Bu noktada Ebu Hanife’nin fıkıh tanımı bize yardımcı olacaktır: "ma'rifetü'n-nefsi ma leha ve ma aleyha.” Bu anlayışa göre fıkıh, kişinin, lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir. Gerçekten de El-Fıkhu'l-Ekber’i elimize aldığımızda göreceğimiz şey kazai hükümler değildir; bugün kelam dediğimiz alana dair incelemeler bulunmaktadır. Ayrıca İslam dünyasında multidisiplinerlik esastır. Bu anlayışa göre hukuk düzeni kişinin lehi ve aleyhine dâhil olan alanları düzenler. Bu bağlamda Ortaylı, kadı müessesini de genel hatlarıyla incelemiştir.

Roma İmparatorluğu, dünya tarihine derin izler bırakmış bir medeniyetti. Bu ihtişamı; yönetim alanında, hukukta ve mühendislikte seleflerini geride bırakmış, haleflerine örnek olmuştur. Hâlihazırda cari olan Kara Avrupası hukuk sisteminin temelini teşkil etmiş, tarih boyunca kodifikasyon çalışmaları ile yeniden canlandırılmaya çalışılmış bir sistemdir. Osmanlı, özellikle Fatih ile bu mefhumu benimsemiş, bu doğrultuda adımlar atmıştır. Çeşitli milletlere tanınan haklar, protokoldeki değişimler, 7 tepeli bir İstanbul bu mefhumun yansımalarıdır. Osmanlı, Roma’yı bir imparatorluk modeli olarak görmüş ve örnek almıştır. Ortaylı, bu mefhumun etkilerini ve felsefesini eserinde anlatmıştır.

Osmanlı, bir kültür medeniyeti inşası amacına girişmiştir. Bunun bir yansıması olarak Âsâr-ı Atîka Müzesi’ni kurmuş, kültür ve medeniyet tarihinin korunumunu Osman Hamdi Bey gibi devlet adamları ile gerçekleştirmeye çalışmıştır. Yine eserde Osmanlı mutfağından bahsedilmiş fakat eser boyunca sürdürülen Türk İmparatorluğu anlatımından çıkılmamış, çağdaş akımların etkisi ile Osmanlı mutfak kültürü tıraşlı bir biçimde anlatılmıştır. Kurumların incelenmesinde sürdürülen bu tutum, anlayış ile karşılanacak olsa da mutfak kültürü bahsinde; Ortaylı, bu topraklarda mukim olan milletlerin hakkını egemenlikleri ölçüsünde dağıtmıştır. Bu tür bir tarih yazımı egemen anlayıştaki değişimlere göre şekil alacaktır. Beklentimiz kahramanlık olmamakla beraber, en azından kültür varlığının kabulü bir borçtur. Eserde mutfak kültüründe devlet sahibi milletlerin hakları verilirken bu milletin unsuru olan Kürtler ve Lazlara değinilmemesi ilmî standartlar ile açıklanabilecek bir durum değildir. Bu mefhumun muhalifinden ne anlaşılacağı bu mefhum ile hareket edenlerin takdirindedir. Bu noktada akıllara bazı fıkıhçıların daha rahat yaşam karşılığında tâzir alanını genişletmeleri gelmektedir. Böyle bir anlayış ile yapılan ilmi faaliyetler ne yazık ki ciddiyetini kaybetmektedir.

Bu noktadan sonra kitap genel olarak bir İstanbul tasavvuruna girişmiş, İstanbul’un güzide semtlerinin Osmanlı cemiyeti bakımından önemi ve bu yerleşim bölgesinin entelektüel birikim merkezi olduğu vurgulanmıştır. Ortaylı, sur içi ve özellikle Sultanahmet’in haiz olduğu tarihi önemi belirtmiş, bu kültür varlıklarının korunumunun lüzumu detaylıca açıklamıştır. Dünyadaki benzer örnekler ile karşılaştırmalar yaparak gelinen noktanın vahametini ve bu noktaya getiren amilleri tespit etmiştir. Böylece genel bir Osmanlı esintisi veren eser ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki yazılma amacı açısından ise hâlen aktüeldir. 


[1] Bkz. “Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek”, Ön söz, 2006

[2] Bkz. Recency Effect, https://www.sciencedirect.com/topics/psychology/recency-effect#:~:text=The%20recency%20effect%20is%20a,than%20those%20that%20came%20first.

[3] Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, 2023 s.183

[4] Bkz. Kıyafetnâme-TDV İslam Ansiklopedisi

[5] Bkz. “Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti'nde Kadı”, İlber Ortaylı


Sayfayı Paylaş :