HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Kadir Sultanoğlu

TOPLUM SÖZLEŞMESİ

 

Siyaset felsefesi, toplumsal ve siyasal hayatla ilgili sorunların çözümlenmesi ve bunların ideal formuna ulaşması amacını taşıyan felsefi bir alt disiplindir. Siyaset felsefesinin temel problem alanlarından biri toplum halinde yaşayan bireylerin hangi hak ya da haklara sahip olacaklarının tartışması iken bir diğeri ise siyasal erkin kimin tarafından kullanılacağıdır. Bu problemlerden ikincisi olan “herkes adına kim konuşacak?” sorusunun cevabı; doğrudan doğruya ‘devlet’ diye tanımlanan kurumsal otorite ile bağlantılıdır. Bu soru devletin gerekli olup olmadığı tartışmasını beraberinde getirip şayet gerekli olduğu düşünüldüğü takdirde, toplumsal örgütlenmenin nasıl olması gerektiği yönünde de tartışmalar yaratmaktadır. Bu problemler ilkçağdan bu yana insan zihnini meşgul etmekte ve bu konuda çeşitli teoriler ortaya atılmış bulunmaktadır.

 

Devletin yapısı hakkındaki tartışmalara girmeden önce devletin gerekliliği tartışmasının açıklığa kavuşturulması lazım gelmektedir. Zira devletin gerekli olmadığı düşünüldüğü takdirde onun nasıl bir forma sahip olacağı yönündeki tartışmalarda anlamsız kalacaktır. Devletin gerekli bir otorite olduğunu savunan tüm teorilerde, kendisinin olmadığı bir durumun düşünülemediği ve onsuz bir duruma nispeten ideal bir hayat için gerekli olduğu belirtilmektedir. Buna karşın devleti, ortadan kaldırılması gereken bir yapı şeklinde gören düşüncelerde mevcuttur. Örneğin Klasik Anarşizm’e göre, kötülüklerin kaynağında devlet vardır. Devletin olduğu yerde ‘özgürlüğün dokunulmazlığı’ kavramından bahsedilemeyeceği için her bireyin öncelikli amacı, devleti ortadan kaldırılmak olmalıdır.

 

Devletin gerekli bir otorite olduğu yönünde kanaat getirildikten sonra, devletin ideal formunun nasıl olacağı sorusu gündeme gelecektir. Bu uzun serüvenin, Platon’dan günümüze kadar uzandığı görülmektedir. Ancak bu makalede yalnızca ‘Aydınlanma Çağı’ filozoflarından Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau’nun eserleri incelenecektir.

 

Aydınlanma Çağı filozoflarının ortak özelliği olan ve aynı zamanda Aydınlanma Çağı’nın bu şekilde adlandırılmasının sebebi, aklın tek referans kaynağı olarak dikkate alınmaya başlanmasıdır. Özellikle de bu çağın doğuşunun altında kilisenin baskıcı tarafı yatmaktadır. Dolayısıyla ‘aydınlanmanın’ temelinde yer alan en önemli unsurun, sekülerizm olduğu görülmektedir.  

Günümüz siyaset felsefesine ilişkin yansımaların kaynağında yer alan Aydınlanma dönemi; Montesquieu, Rousseau, Locke ve Hobbes’un fikirlerini esasında barındırmaktadır.

 

I-Hobbes - Leviathan

 

Bu dönemin en önemli düşünürlerinden biri ve aynı zamanda modern siyaset felsefesinin kurucusu kabul edilen Thomas Hobbes’tur. Hobbes’un başyapıtı “Leviathan” eseridir. Leviathan, kelime anlamı itibariyle Tevrat’ta adı geçen bir su canavarıdır. Şüphesiz ki Hobbes, böylesi bir isim seçimini bilinçli olarak yapmıştır. Bu eserin yayınlandığı ilk dönemdeki iç kapak resmi de oldukça dikkat çekicidir. Kapak resminde bizi birçok kişinin bir araya gelmesi neticesinde oluşmuş; bir elinde kılıç, bir elinde meşale bulunan bir kral karşılamaktadır. Vatandaşların karşılıklı anlaşmaları sonucu ortaya çıkmış olan Leviathan’ın elindeki kılıç, bireylerin toplum sözleşmesini yapma sebebini yansıtmaktadır. Hobbes’a göre bu sebep hiç kuşkusuz bireylerin en temel ihtiyacı olan güvenlik ihtiyacıdır.  Leviathan’ın diğer elindeki meşale ise aydınlanmayı işaret etmektedir.

Leviathan, kurucuları olan bireylerin iradelerinden başka bir şey değildir. Hobbes, böylelikle kendisinden önce egemen olan, tanrısal devlet anlayışını yıkmış, bunun yerine, Rönesans bireyselliğini ulusal bireysellik haline getirerek, klasik ulus devlet anlayışının oluşumunu sağlamıştır.

 

II- Hobbes’a göre doğa durumu: “Homo homini lupus”(insan, insanın kurdudur)

 

Leviathan’ın, “Mutluluğu ve Mutsuzluğu Bakımından İnsanlığın Doğal Durumu Üzerine” bölümünde Hobbes, devletin olmadığı ‘doğa durumu’ üzerine açıklamalar yapmaktadır. İnsanların doğuştan eşit olduğunu savunan Hobbes’a göre; doğa, insanları bedensel ve zihinsel anlamda eşit yaratmıştır. İnsanlar arasında bazıları belirli özellikler bakımından diğerlerinden ayrılsa da netice olarak her insan temelde eşittir. Ancak bu eşitsizlikten güvensizlik doğar. Zira bu yetenek eşitliğinden, amaçlara ulaşma bakımından eşitlik vardır. Böyle olduğu için de iki kişi, aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu ederse, birbirlerine düşman olup sırf hevesleri için savaşı başlatacaktır. Bu iki kişi arasında savaş kaçınılmaz olduktan sonra güvensizlik hissiyle yaşanması da mümkün değildir. Her insan da yaşadığı bu güvensizlikten kurtulmak için kendi güvenliği için tehdit oluşturacak kişileri hakimiyet altına almaya çalışacaktır.

 

Hobbes’a göre,  insan doğasında üç temel kavga sebebi vardır. Birincisi rekabet, ikincisi güvensizlik, üçüncüsü ise şan ve şereftir. Birincisi insanları kazanç için; ikincisi güvenlik için, üçüncüsü ise şöhret için mücadele etmeye iter.  Yani devletin olmadığı doğa durumunda herkes herkesle savaş halindedir. Bu savaşın mutlaka fiili bir savaş olması da gerekmez. Zira herkesin herkese düşman olduğu bir dönemde insanları bekleyen çokça tehditler de mevcut olacaktır ve bunlardan biri olan ‘her an ölüm tehlikesiyle burun buruna olma’, yaşamı korkutucu bir hale getirecektir. Hobbes ayrıca bu savaşta adalet veya adaletsizlikten bahsedilemeyeceğini de belirtir. Zira bir üst otoritenin olmadığı bir yerde bağlayıcı bir yasa mevcut değildir; yasanın bulunmadığı bir durumda da “adaletsizlik”  kavramına yer yoktur.

 

Hobbes’a göre, insanları barışa yönelten duygular ölüm korkusu, rahat bir hayat için gerekli şeyleri elde etmek arzusu ve çalışarak onları elde etme umududur. Akıl insanların üzerinde anlaşabilecekleri uygun barış şartlarını gösterir. Bunlar Doğa Yasaları’dır. Hobbes’a göre Doğal Hak ise, insanın, doğasını ya da hayatını koruyabilme adına sahip olduğu gücü kullanması, bu amaca ulaşmak için akıl yoluyla bulduğu her türlü metodu kullanma özgürlüğünü elinde tutmasıdır.

 

Leviathan’ın 14. ve 15. Bölümlerinde bu doğa yasalarından bahsedilmektedir. Bu yasalar incelenecek olursa ilk ve temel yasa, herkesin her şeye hakkı olduğudur. Zira diğer herkese karşı savaş halinde olan her insan, bu savaşta kendisine yardımcı olacak her şeyi kullanacağı için, her şey üzerinde hakkı vardır; hatta bir başkasının bedenine bile. Dolayısıyla insan, her ne kadar üstün özelliklere sahip olsa da doğanın kendisine tanıdığı yaşam süresinin sonuna kadar hayatta kalma güvencesine sahip olamayacaktır.  Bir diğer doğa yasası ise adalettir, Ancak adalet ve adaletsizlik, devletin kurulmasıyla geçerli olan ilkelerdir. Zira devlet ahdin ifasını gerçekleştirebilecek garantördür. Diğer doğa yasaları ise, minnettarlık, nezaket, affetmek, affedici olmak, hakkaniyettir. Başka doğa yasaları da mevcut olmakla beraber hepsinin temelinde ‘kendin için istemediğini bir başkası için de isteme’ anlayışının mevcut olduğu söylenebilir. Bu kurallar vicdanen her zaman bağlayıcı olup değişmez ve ebedidirler.

 

Doğa durumu ve bu durumda geçerli olan doğal hukuk ilkeleri dikkate alındığında bunlar devlete duyulan ihtiyacın da bir ifadesidir. Doğal hukuk yasalarını uygulayacak üst bir otorite mevcut olmadığında, insanların savaş durumundan kurtulmaları ve güvenli bir yaşama ulaşmaları da mümkün değildir. Hobbes’a göre de devletin oluşumu tam da bu sebebe dayanır. İnsanları bu savaş durumundan kurtaracak, çalışarak mutlu bir şekilde emeklerinin karşılığını almalarını sağlayacak üst bir otorite gerekir ki bu da devlettir. Bu üst otoriteyi kurmanın yolu da insanların sahip oldukları tüm hakları, tek bir kişi ya da heyete devretmeleridir. Bütün insanların haklarını bu şekilde bir ya da birkaç kişiye bırakmasıyla toplumsal sözleşmenin bir ürünü olarak devlet ortaya çıkacaktır.

 

III- Devletin Kurulmasının Sonuçları

 

Hobbes’a göre bir devlet kurma; “Bir insan topluluğu kendi arasında ahit yaparak, hepsinin birden kişiliğini temsil etmek, yani onların temsilcisi olmak hakkının hangi kişiye veya heyete verileceği konusunda çoğunlukla anlaştığı vakit, bir devlet kurulmuştur.” şeklinde olur.

Bir devletin kurulmasının sonuçları da Leviathan’ın 18. Bölümünde detaylıca açıklanmıştır. Örnekseyecek olursak bunlar;

  • Uyruklar hükümet şeklini değiştiremezler. Mesela monarşik bir yönetimin buyruğundaki insanlar, monarkın izni olmadan başka bir sisteme geçemeyeceklerdir.
  • Egemen güçten vazgeçilemez. Yani devleti kurma adına yapılan sözleşmeden geri dönülemez.
  • Egemenin yapmış olduğu işlemler, uyruğun eleştirisine açık değildir. Zira egemene bu konularda daha önceden yetki verilmiştir.
  • Uyruklar, egemenin yaptığı işlemlerden dolayı egemeni cezalandıramaz.

Başkaca sonuçlarda mevcut olmakla beraber bunlar devredilemez ve bölünemez olup egemene ait haklardır. Burada elinde bu kadar kuvvet bulunan bir kişi ya da heyetin karşısında bireyin berbat halde olduğu itirazının öne sürülmesi gerekir. Ancak buna karşın Hobbes, bu durumun egemen gücün yokluğu kadar zararlı olmadığını belirtmektedir. Ayrıca Leviathan’ın sözleşmeye taraf olmadığı ve lehine sözleşme yapılan 3. Bir kişi konumunda olduğuna da dikkat edilmelidir.

 

Devletin kurulmasıyla beraber, kişiler doğa durumunda sahip oldukları haklarını devlete devrederler ve bu aşamadan sonra devlete itaat etmekten başka şansları yoktur. Bu sebepten dolayı da Hobbes’un doğal haklara yaklaşımı bakımından devlet merkezli düşündüğü söylenebilir.

 

IV- Sözleşmeyle Kurulmuş Devlet Modelleri

 

Leviathan’ın 19. Bölümünde devlet modelleri ele alınmış olup Hobbes’a göre sadece 3 çeşit devlet şekli vardır. Bunlar; Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasidir. Devletler arasındaki farkta egemenin farklılığından kaynaklanmaktadır. Yalnızca bir kişinin egemenliğinden monarşi, herkesin katılımıyla oluşmuş bir yönetim ise demokrasi, yalnızca belirli bir kesimden oluşuyorsa aristokrasi vardır. Bunların dışında tiranlık ve oligarşinin, yalnızca monarşiden ya da aristokrasiden hoşlanmayan kişilerin oluşturduğu tanımlar olduğunu belirtmiştir.

 

Hobbes, monarşiden yana olup karma yönetimlere karşıdır. Hobbes’un monarşiyi savunma gerekçelerinden ilki, monarkın çıkarı ile kamunun çıkarının ortak olduğu halde mecliste halkı temsil eden kişinin özel çıkarlarının kamunun çıkarlarından üstün geleceğidir. Hobbes’un bir diğer gerekçesi ise monarkın insani çelişkiler dışında herhangi bir çelişki yaşamayacağı ancak mecliste sırf kalabalıktan dolayı bir çelişkinin ortaya çıkabileceğidir. Ayrıca Hobbes, monarşi ile güçlü bir otoritenin var olacağı ve bu sebeple en temel ihtiyaç olan güvenlik ihtiyacının karşılanabileceğini düşünmektedir.

Hobbes, monarşinin sakıncalarının mevcut olduğunun farkında olup bunları kabul etmekle beraber aynı sakıncaların diğer yönetimlerde de mevcut olduğunu savunmaktadır.

 

V- Uyrukların Özgürlüğü Üzerine

 

Leviathan’ın 21. Bölümünde Hobbes, özgürlük hakkındaki fikirlerine yer vermiştir. Hobbes’a göre özgürlük, dışarıdan gelebilecek herhangi bir engelleme olmamasıdır. Her insanın, kendisi dışındaki diğer insanlara tanıdığı oranda özgürlük hakkı vardır.  Doğa durumunda yaşayan insan için hiçbir engel olmadığından, doğal özgürlük adeta bir vahşettir. Ayrıca doğa durumundaki mutlak özgürlük herkesin herkese karşı elinde tuttuğu bir hak olduğu için, mutlak özgürlükten de tam olarak bahsedilemeyecektir. Bu sebeplerden dolayı mutlak özgürlük, devletin kurulmasını gerekli kılan bir diğer sebeptir.

 

Devletin kurulmasıyla beraber mutlak özgürlüğe sahip tek güç egemendir. Uyrukların en büyük ödevi yasalara uymak olup bu aynı zamanda uyrukların özgürlüğüdür. Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için, egemen ile çatışmanın aynı zamanda kendileriyle çatışma anlamına geleceği için, Hobbes, herhangi bir başkaldırıyı olanaksızlaştırır. Ancak yine de Hobbes bakımından en temel hakkın yaşama hakkı olduğu dikkate alındığında, egemenin gücünü yitirmesi sonucu, bireylerin can ve mal güvenliği olmadığı bir durumda ancak direnme hakkının söz konusu olabileceği söylenebilecektir.

 

Mülkiyet hakkı bakımından değerlendirme yapılacak olursa bu hak, doğa durumunda mevcut olmayıp bireye bizzat egemen tarafından tanınmış olan bir haktır. Bu sebeple bu hakkın egemene karşı ileri sürülmesi mümkün değildir. Egemenin yasalarla düzenlemediği alanlarda ise özel alan özgürlüğü mevcuttur.  Ayrıca bireyler, yasa önünde tam olarak eşittirler.

 

I- Jean-Jacques Rousseau-Toplum Sözleşmesi

 

Bir diğer önemli Aydınlanma Çağı filozoflarından Rousseau’nun başyapıtı Toplum Sözleşmesi’dir. Rousseau, başyapıtına “Niyetim insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır.”   diye başlamaktadır. Bu eser 4 ana bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde toplum sözleşmesinin oluşumu; ikinci bölümde egemen, egemenlik ve genel istemin özelliklerinden; üçüncü bölümde çeşitli hükümet biçimlerinin özelliklerinden; son bölümde ise oylar, seçimler ve “polis”teki cumhuriyetçi gelenekleri savunmasıyla beraber toplum dininden bahsetmektedir.

 

II- Rousseau’nun doğa durumu: “Vahşi Soylu”

 

‘İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Doğuşu ve Temelleri Üstüne Konuşma’ adlı eserinde ‘doğa durumu’nu iredeleyen Rousseau, Hobbes’tan farklı bir bakış açısına sahiptir. Rousseau, doğa durumunu iyimser bir bakış açısıyla ele almıştır.  İnsanların doğa durumunda eşit ve özgür bir biçimde doğduklarını ifade eden Rousseau, bu dönemde insanların merhametli olduklarını da belirtmektedir. Ona göre bu durumda yaşayan insanlar ‘Vahşi Soylu’lardı. Ancak insanlığın doğa durumunda sahip olduğu özgürlük ve eşitliği tamamen bozan, bu huzuru altüst eden uğursuz bir rastlantının olduğunu belirtmiştir. Bu uğursuz rastlantı ona göre mülkiyettir. “Kim ki bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘burası benimdir’ demiş ve etrafındaki insanları buna inandırmışsa uygarlığın kurucusu odur.” Rousseau’nun söyleminde mülkiyet doğal bir hak olmayıp mülkiyetin keşfiyle beraber onu korumak için savaşlar başlamıştır. Barış ve merhamet hali bozulmuştur. Uygarlık insanı zincire vurmuş artık eşitlik ve özgürlük hali ortadan kalkmıştır.  Artık insan vahşi soylu değil, yalnızca vahşi olmuştur. 

 

Rousseau’ya göre artık doğa durumunda var olan özgürlük ve eşitliğe geri dönmek mümkün olmasa da bunun yerine medeni bir toplumda özgür bir biçimde yaşamak, var olan savaşa son vermek, mülkiyeti egemenin iradesi ile yani yasayla yeniden adil bir biçimde dağıtmak için toplum sözleşmesi yapılmıştır.

 

III- Genel İrade

 

Rousseau’yu diğer aydınlanma çağı filozoflarından ayıran özelliği, genel irade kavramından bahsetmiş olmasıdır. Ona göre, devletin sahip olduğu gücü, devletin kuruluş amacı olan herkesin iyiliğini sağlama amacına uygun olarak yönetebilecek mekanizma sadece genel iradedir.

 

Rousseau, birey ve yurttaşı birbirinden ayırmaktadır. Ona göre birey, özel iradeyi temsil ederken sadece kendi çıkarlarını düşünür. Yurttaş ise kamu çıkarlarını kişisel çıkarlarından üstün tutarak genel iradenin oluşumuna katkı sunar. Genel irade ise yurttaşların iradesinden başka bir şey değildir. Ayrıca genel irade egemenliğin tek sahibi olup genel iradenin bölünmesi, devredilmesi söz konusu değildir.

 

Rousseau’ya göre yurttaşların oy kullanması neticesinde oluşan çoğunluğa üstünlük tanınır ve bu da genel iradedir. Çoğunluğun iradesinin denetlenmesinin mümkün olmadığı gibi genel irade daima doğru ve haklıdır. Azınlıkta kalan görüşler ise ona göre sadece yanılgıdadırlar. Ancak Rousseau, bazı durumlarda oybirliğiyle de olsa karar alınmış olması bu kararın genel irade olacağı anlamına gelmeyeceğini de belirtmiştir. Zira bir iradeyi genel irade yapan onun yöneldiği amaçtır. Eğer ortak çıkar yani kamu menfaati gözetilmemişse, her ne kadar oybirliğiyle de karar alınmış olsa da, bu karar genel irade değildir. Genel irade, yalnızca objektif ve kamu menfaatine yönelik olmalıdır.

 

Rousseau’nun bu görüşleri çoğunlukçu demokrasi anlayışını temsil eder. Çoğunlukçu demokrasi anlayışı uzun bir süre egemen olmuşsa da böylesi bir düşüncenin zaman içerisinde zararlarının da ortaya çıkması neticesinde günümüz de çoğulcu demokrasi anlayışı yer edinmiştir. Çoğulcu demokrasi anlayışında, çoğunlukçu demokrasi anlayışla aynı yönler mevcut olup yine çoğunluğun yönetimine yer verilmektedir. Ancak çoğulcu demokrasi anlayışında, çoğunlukçu demokrasi anlayışından farklı olarak,  azınlığın haklarına özel önem atfedilip bunlar korunmaktadır.

 

IV- Rousseau’ya göre Yönetim Biçimleri

 

Rousseau’ya göre 3 çeşit yönetim biçimi olup bunlar; demokrasi, aristokrasi ve monarşidir. Egemen varlık, yönetim görevini bütün halka ya da halkın büyük bir bölüğüne bırakırsa demokrasi; yönetim işini bir azınlığın eline bırakırsa aristokrasi; yönetimi tek bir kişiye bırakırsa monarşi olur.  Rousseau’ya göre demokrasi küçük devletlere, aristokrasi orta devletlere, monarşi ise büyük devletlere uygundur.

 

Toplum Sözleşmesi’nin “Her Yönetim Biçimi Her Memlekete Gitmez” kısmı şu cümleyle başlamaktadır; “Özgürlük her iklimde yetişen bir meyve değildir, onun için her ulus ulaşamaz ona.” (Montesquieu). İnsan Montesquieu’nün koyduğu bu kural üstünde ne kadar düşünürse, doğruluğunu o kadar anlar; ne kadar çürütmeye kalkarsa, yeni yeni kanıtlarla doğrulanmasına o kadar fırsat verir.

 

Rousseau’ya göre yönetim biçimlerinin belirlenmesinde bölgesel faktörlerde mevcuttur. Ona göre, toplum hali devletle beraber olduğu için, insanların emeği kendi gereksinimlerinden fazlasını sağladığı sürece devam edebilir. Zira bütün yönetim biçimlerinde devlet tüketir, üretmez. Devletin kaynağı ise vergilerdir. Halkla hükümet arasında uzaklık ne kadar artarsa, vergiler de o ölçüde ağırlaşır. Bundan dolayı halk, demokrasilerde en hafif vergi yükü altındayken, aristokrasi de daha ağır, monarşideyse en ağır yükü taşır. Bu sebepten de monarşi yalnız çok varlıklı uluslara, aristokrasi varlıklı uluslara, demokrasi de küçük devletlere de elverişlidir.

 

Ayrıca ona göre iyi yönetimin belirtileri insan sayısıyla alakalıdır. Zira her şey eşit olmak koşuluyla, dışarıdan katılmalar, yurttaşlığa alınmalar ve sömürgeler olmadan, yönetimi altında yurttaş sayısının arttığı hükümet şüphesiz ki en iyi hükümettir. Kötü yönetimin belirtileri ise özel çıkarların genel çıkarların üstüne çıkmasıdır.

 

Genel iradenin devredilemeyeceğinden bahseden Rousseau, onun temsilcisinin de olamayacağını belirtir. Genel iradeyi yalnızca kendisi temsil edebilir. Bu bakımdan ona göre, milletvekilleri, milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Ona göre, bu üyeler seçilir seçilmez halk köle olur. Halk sadece onları seçmekte özgürdür.

 

Genel olarak Rousseau’nun fikirleri ve Toplum Sözleşmesi’nin 4. kitabında “şehir devletleri” ile ilgili görüşleri dikkate alındığında Rousseau’nun klasik cumhuriyetçi anlayışa yakın olduğu söylenebilir. Klasik cumhuriyetçi anlayışa göre kişinin özgürlüğü kamusal hayat ve siyasetin içerisinde bulunmasıdır. Yine Rousseau’da, J.Locke’un birey eksenli yaklaşımından çok, toplumu temel alan bir görüşünü benimsediği görülür.

 

Netice itibariyle günümüz demokrasi anlayışının oluşumunda ve modern siyaset felsefesinin kurulmasında büyük rolleri olan Thomas Hobbes ve Jean Jacques Rousseau’nun temel başyapıtlarını, genel fikirlerini de dikkate alarak  özetlemeye çalıştım.                              

 

Sayfayı Paylaş :